Yalan. Yücel Tahsin
bir egemenlik duygusuyla doluyordu içi. Yazık ki hem gezileri oldukça kısa sürüyor, hem de Refika hanım gezi sonunda daha bir sessizleşiyor, tavuklu pilavını ve kazandibini tek sözcük söylemeden bitirdiği oluyordu.
Bu ender mezarlık gezileriyle haftada altı kez yinelenen okul seferleri bir yana bırakılacak olursa, her şey tam bir durgunluk içinde geçmekteydi. Bu yüzden olacak, hangi nedenle olursa olsun, evden dışarıya çıkmak her zaman tehlikeli bir serüven gibi görünürdü Yusuf Aksu’ya. Sokakta, insanlardan korkarak annesinin elini sımsıkı tutar, kalabalıkta, boyları hep kendisininkini geçen yetişkin insanların arasında yürürken, yüreğinin daha hızlı çarptığını duyar, hele birden pos bıyıklı, uzun boylu ve esmer bir adamla burun buruna geldi mi içgüdüyle titreyerek annesinin bacaklarının arasına girmek, başını eteğinin altına sokmak isterdi. Casus açıklaması bir yana bırakılacak olursa, Refika hanımın pek de payı yoktu oğlunun korkularında: kendisinin, hele böyle gün ışığında, sokaktaki insanlardan korkmak gibi bir huyu bulunmaması bir yana, oğlunu birilerinden ya da bir şeylerden korkutmak gereksinimini hiçbir zaman duymamıştı. Ama o korkardı işte, uzun boylu, esmer ve bıyıklı kişilerin ortada hiçbir şey yokken üzerine çullanarak kendisini ayakları altında çiğnemelerinden, daha kötüsü, demir gibi elleriyle ensesine yapışarak annesinin ulaşamayacağı bir yerlere götürmelerinden korkardı. Prof.Dr. Osman Nuri Balcı’nın, çok ünlü bir ruh hekimiyle birlikte, eski tanıklıklardan çıkardıkları bir sonuca göre, bu korku büyük olasılıkla hiç tanımadığı babasından kaynaklanmaktaydı: babası, kendisinden kalan tek fotoğrafta, bıyıksız ve sarışındı; öyleyse kendisini götüren haydutlar ancak bıyıklı ve esmer olabilirlerdi; kentin polisleri kendisini kurtarmadıklarına göre, haydutlarla işbirliği etmişler demekti, öyleyse polislerden de haydutlardan korkar gibi korkmak gerekirdi. Böyle diyorlardı. Yusuf Aksu’nun belirli bir dönemden sonra annesine babası konusunda hiç mi hiç soru sormaması da bundandı belki: korkuyu yeniden yaşamamak içindi. Ama, bir gün, yanında oturan kızın kitabında, İsa Peygamber’imizin babası, Meryem anamızın da kocası bulunmadığını okuyunca, aldatılmış gibi bir duyguya kapıldı: belki kendisinin de hiç babası olmadığını düşündü, bundan sonra, tüm sarışınlığına karşın, babasını yavaş yavaş düşlerinden ve düşüncelerinden sildi.
Ne olursa olsun, Yusuf Aksu ilkokulu başarıyla bitirdiği zaman, bir kez bile sokağa tek başına çıkmamış, bir kez bile herhangi bir satıcıdan kendi eliyle herhangi bir şey almamıştı. Buna karşılık, okuldaki genç öğretmenlerden birinin deyimiyle, her türlü ansiklopediyi “bir virtüoz gibi” kullanıyordu. Hiç kuşkusuz, birtakım sakıncaları yok değildi bu işin: evde, nesnelerden ve insanlardan uzakta, ansiklopedi karıştırırken, hep orada olmayan, elle tutulmadığı gibi, resimler ve fotoğraflar sayılmazsa, gözle de görülmeyen şeyler üzerinde oyalandığını usuna getirmiyor, dünyanın ancak eliyle dokunabildiklerinden oluştuğunu sanan bir kör gibi, fazlasıyla sınırlı ve fazlasıyla tekdüze bir günlük yaşamın sıradan nesneleri ve oluntuları dışında, tüm yaşamı ansiklopedide gördükleriyle sınırlı sanıyordu. Ne var ki, rastlantısalı, bilinmeyeni değil, bilineni, denetlenip sınıflandırılmışı sunması, bilinemezi bile yalın tanımlara indirgemesi nedeniyle, ansiklopedi insanı daha bir rahat ettirtmekteydi. Üstelik, yararlıydı da: Yusuf Aksu, hem benzersiz belleğinin, hem ansiklopedi kullanma ustalığının desteğiyle, Amerikan Koleji’nin giriş sınavını kolaylıkla başararak annesinin iki yıldır arada bir sözünü ettiği büyük ödüle hak kazandı: otuz ciltlik Encyclopædia Britannica. Hazırlık sınıfını başarıyla bitirip orta bire geçince de kitaplığında kimi ciltleri nerdeyse yıpranmaya başlayan Encyclopædia Britannica’nın bir altındaki rafa The Encyclopedia Americana’nın pırıl pırıl otuz cildi dizildi.
Hiç kuşkusuz, nerdeyse her gün karıştırmasına karşın, ilk yıllarda bu yapıtlardan gereğince yararlanabildiğini söylemek zordu. Bununla birlikte, aynı türden, ama daha dar kapsamlı yapıtlar aracılığıyla, “ilim ilim bilmektir”i de, “ilim kendin bilmektir”i de “ilim köke inmektir” önermesine dönüştürüp hep en başından girmek üzere, her konuya el atıyor, bu da, çelişkin bir biçimde, onu nerdeyse her şeyden yalıtlıyordu. Sonra, bir gün, Encyclopædia Britannica’yı karıştırırken, Diderot’nun Encyclopédie ou Dictionnaire raisonné des arts et des métiers serüvenini okuyunca, alışılmadık bir coşkuyla titredi, ansiklopedi sözcüğü bile içinde hayranlık uyandırmaya başladı, annesinin kendisine en doğru yolu göstermiş olduğuna inandı ve yaşamına yeni ansiklopediler katabilmek amacıyla, evet, yalnızca bu amaçla, fransızca ve almanca öğrenmeye girişti. Bu amaçla, okulda kimi almanca ve fransızca derslerine girdi, bu derslerde izlenen kitapları aldı, bundan sonra, boş zamanlarında, kendi başına almanca ya da fransızca çalıştı. Gözleri bir almanca ya da fransızca kitabının açık bir sayfasına dikili, donmuş gibi oturduğunu görenler onun gerçekten dil öğrenmekte olduğundan kuşku duyabilirler, en azından bu işi hiçbir zaman olumlu bir biçimde sonuçlandıramayacağını söyleyebilirlerdi. Sonuçlandıramıyordu da: kendi dilini ve ingilizceyi çok düzgün konuşmasına, hele şimdi, on üçünü geçtikten sonra, türkçe yapılan derslerde olduğu gibi ingilizce yapılan derslerde de, o çok derinlerden gelen, yumuşak, ama güçlü ve ezgili sesiyle, örneğin tahtada bir ders anlatırken, yüksek sesle şiir okuyormuş gibi bir izlenim uyandırmasına karşın, almanca ve fransızca sözcüklerin nasıl okunup nasıl vurgulanacağını bilemiyordu. Bununla birlikte, kendi başına sürdürdüğü yabancı dil çalışmaları yeni bir yetenek doğurdu Yusuf Aksu’da: ingilizce bir ansiklopedinin ardından almanca ya da fransızca bir ansiklopedi açarak az önce okuduğu maddeyi bir de buradan okuduğu zaman, bayağı anladığını saptadı. Annesine de gösterdi bunu. Refika hanım, tutumluluğun yeni bir utkusu gibi görünen bu ilginç başarı karşısında hem şaşırdı, hem gurur duydu; birkaç hafta sonra, ne yaptıysa yaptı, her türlü tutumluluğu bir yana bırakarak, oğlunun bir öğrenci odasından çok, bir avukat ya da müdür odasını andırmaya başlayan odasında, nicedir elinin altında bulunan Encyclopædia Britannica ile The Encyclopedia Americana’nın yanına on ciltlik Grand Larousse encyclopédique’le yirmi iki ciltlik Der Grosse Brockhaus’u da ekledi.
Yusuf Aksu’nun sevincine diyecek yoktu: bundan böyle tüm dünya elinin altındaydı sanki; üstelik, pek de gereksinimi bulunmamakla birlikte, bilgilerini dört kez pişirmek ya da dört ayrı kaynaktan doğrulamak gibi herkesin erişemeyeceği bir ayrıcalığa kavuşmuştu. Onlara başvurmak için kafasında tanımlanacak bir kavram, çözümlenecek bir sorun bulunması gerekmiyordu: önünde bir ansiklopedi bulunması, onun herhangi bir sayfasını açması ve gözünün burada herhangi bir sözcüğe, bir fotoğrafa ya da bir çizime takılması yetiyordu. Gerisi kendiliğinden geliyordu artık, ip üstünde usta cambazlar gibi, tarihten tarihe, kavramdan kavrama, tanımdan tanıma, betimden betime, çizimden çizime zıplayıp duruyordu. Böylece, o güne dek hiç tanımadığı bir genişlik ve esenlik duygusu içinde yaşamaya başladı: küçük bir odada, her an üzerine yıkılacakmış gibi bir izlenim uyandıran, koca ciltler arasında değil de alabildiğine aydınlık, geniş ve devingen bir görünüm içinde dolaşıyormuş gibi hafif ve mutluydu. Yatağına uzanıp ışığı söndürmesinden sonra bile çevresini gene ansiklopediler sarıyordu: Yusuf Aksu, düşlerinde bile, ansiklopediler arasında buluyordu kendini.
Ansiklopedilerden uzak kalınca da ister istemez bu geniş ve esenlikli ortamı arıyordu. Örneğin, kimi aydınlık pazartesi sabahlarında, Eminönü-Bebek otobüsünde, annesi, öğretmenliği tutup da kendisine parmağıyla birtakım semtleri, yapıları ve bahçeleri göstererek açıklamalara giriştiği zaman, Yusuf Aksu bu uzam parçalarına, başlığı konulmamış, satırları yerli yerine yerleştirilmemiş sayfalar gibi bakıyor, kolejin kapısından içeri girer girmez, hemen kitaplığa koşuyor, ansiklopedide yerlerini bulup okuyarak onlara gerçeklik ve geçerlilik