Hayaletgören. Schiller Friedrich von
kasılmış bir halde otelimize döndük. Vakit gece yarısını geçmişti. Oda hizmetkârı von Z** bizi sabırsızca merdivende bekliyordu.
“Birini yolladığınız ne iyi oldu!” dedi Prens’e, bir yandan da bize ışık tutuyordu. “Baron von F**’nin San Marco Meydanı’ndan getirdiği haber dolayısıyla hayatınızdan endişe etmiştik.”
“Ben mi yollamışım? Ne zaman? Bundan hiç haberim yok.”
“Bu akşam saat sekizden sonra. Bugün eve daha geç gelebileceğinizi ve merak etmememizi söylemişsiniz.”
O anda Prens bana baktı. “Acaba benden habersiz siz mi böyle tedbirli davrandınız?”
Benim hiçbir şeyden haberim yoktu.
“Mutlaka böyle olmuştur, Prens cenapları,” dedi oda hizmetkârı, “inandırıcı olması için gönderdiğiniz saatiniz işte burada.” Prens saatinin bulunduğu cebine elini attı. Saat gerçekten de yerinde yoktu. Prens saatini tanıdı ve, “Bunu kim getirdi?” diye sordu dehşetle.
“Maskeli, tanımadığımız bir adam, Ermeni kıyafetine bürünmüş, zaten hemen uzaklaştı.”
Durup birbirimize baktık. “Buna ne diyorsunuz?” dedi sonunda Prens, uzun bir suskunluktan sonra. “Demek ki Venedik’te bana gizlice gözcülük eden biri var.”
O gecenin dehşet verici olayları yüzünden Prens’in ateşi yükselmişti, sekiz gün boyunca odasından çıkmadı. Bu zaman süresince otelimiz, Prens’in ortaya çıkan konumunun yarattığı çekimle yerli ve yabancı birçok ziyaretçinin akınına uğradı. Herkes ona hizmet etmek için birbiriyle yarışıyor, kendince onun gözüne girmeye çalışıyordu. Engizisyon’da geçen olaydan artık söz edilmiyordu. ** Sarayı Prens’in yola çıkışını daha da ertelemek istediğinden, Venedik’teki bazı sarraflar ona bol miktarda ödeme yapmak üzere talimat aldılar. Böylece Prens, istemeyerek de olsa, İtalya’da kalış süresini uzatmak zorunda kalmıştı ve ben de onun ricası üzerine yola çıkışımı ertelemeye karar verdim.
Prens odasından dışarı çıkacak kadar iyileşir iyileşmez, doktor kendisine hava değişikliği için Brenta Nehri’nde dolaşmasını önerdi. Hava açıktı ve öneri kabul edildi. Tam biz gondola binmek üzereyken Prens, içinde önemli evrakların bulunduğu küçük kasanın anahtarının yanında olmadığını fark etti. Derhal aramak için geriye döndük. Prens kasayı evvelki gün kilitlediğinden kesinlikle emindi ve o zamandan beri odasından çıkmamıştı. Fakat tüm aramalar boşunaydı, daha fazla zaman kaybetmemek için aramayı bıraktık. Kimseden kuşku duymayacak kadar yüksek ruhlu olan Prens, anahtarın kaybolduğu sonucuna vararak artık bu konudan söz etmememizi rica etti.
Gezi çok keyifli geçiyordu. Nehrin her kıvrılışında ihtişamın ve güzelliğin daha da arttığı pitoresk bir manzara –şubatın ortasında adeta bir mayıs günü gibi açık bir gökyüzü– Brenta’nın her iki kıyısını da bezeyen sayısız göz alıcı bahçe ve zarif köy evi, arkamızda ise suyun içinden yükselen yüzlerce kulesi ve gemi direkleriyle muhteşem Venedik, işte bütün bunlar bize dünyanın en şahane seyirliğini sunmaktaydı. Kendimizi tamamen bu güzel doğanın büyüsüne kaptırdık, keyfimiz son derece yerindeydi, Prens bile ciddiyetini üzerinden atmış, neşeli şakalar yapmakta bizimle yarışıyordu. Şehirden birkaç İtalyan mili uzakta karaya çıktığımızda, karşıdan neşeli bir müzik sesi duyuluyordu. Müzik sesi, o sırada yıllık panayırın düzenlendiği küçük bir köyden geliyordu; burası her kesimden insan kalabalığıyla doluydu. Genç kız ve erkeklerden oluşan bir kumpanya, tiyatro kostümleri içinde pantomim yaparak bizi karşıladı. Yaratıcı bir gösteriydi, hafiflik ve zarafet hareketlere ruh veriyordu. Dansın finali yapılırken, kraliçeyi canlandıran başdansçı birdenbire sanki görünmez bir kol tarafından yakalanmış gibi durdu. Onunla birlikte hepsi hareketsiz kaldı. Müzik sustu. Topluluktaki herkesin soluğu kesilmiş gibiydi, dansçı kız gözünü yere dikmiş, sanki donmuş gibi orada öylece duruyordu. Birden büyük bir coşku içinde havaya sıçradı, gözlerinde çılgın bir ifadeyle etrafına bakındı. “Aramızda bir kral var,” diye haykırdı, başından tacı çıkartıp Prens’in ayaklarının dibine koydu. Orada bulunan herkes bakışlarını Prens’e yöneltti; oyuncu kızın coşku dolu ciddiyeti öylesine aldatıcıydı ki, uzun süre kimse bu farsın bir anlamı olup olmadığı hakkında karar veremedi. Herkesin topluca el çırparak alkış tutması bu sessizliğe bir son verdi. Gözlerimi Prens’e çevirdim. Hayli şaşırdığını ve izleyicilerin meraklı bakışlarından kurtulmaya çalıştığını fark ettim. Bu çocuklara para atıp aceleyle kalabalığın arasından sıyrılmaya çalıştı.
Birkaç adım atmıştık ki, yaşı ilerlemiş çıplak ayaklı bir keşiş halkın arasından kendine yer açarak Prens’in yolunu kesti. “Bayım,” dedi keşiş, “Meryem Ana’yı zenginliğinden nasiplendir, onun dualarına ihtiyacın olacak.” Bunları öyle bir ses tonuyla söyledi ki, ne yapacağımızı bilemez bir halde kalakaldık. O ise kalabalıkla sürüklenerek bizden uzaklaştı.
Bu arada grubumuz kalabalıklaşmıştı. Prens’in daha önce Nice’te tanıştığı bir İngiliz lordu, Livornolu birkaç tüccar, bir Alman piskoposluk müşaviri, birkaç kadınla birlikte bir Fransız abbé4 ve bir Rus subay bize eşlik ediyorlardı. Rus subayın fizyonomisinde bizim dikkatimizi üzerine çeken müthiş yadırgatıcı bir şey vardı. Hayatım boyunca bir insan yüzünde bu kadar çok çizgi ile bu denli karakter yoksunluğunu, böylesine çekici bir iyiniyet ile bu kadar itici bir donukluğu bir arada hiç görmemiştim. Sanki tüm tutkular bu yüze kazınmış ve sonra çekip gitmişti. Geriye bir tek, tam bir insan sarrafının sessiz ve delip geçen bakışları kalmıştı, o kadar ki göz göze geldiği herkesi ürkütüyordu. Bu tuhaf adam bizi uzaktan izliyordu, görünüşe bakılırsa o sırada olan her şeye katılmasa da ilgi gösteriyordu.
Piyango çekilen bir satış kulübesinin önünde durduk. Kadınlar para koydular, biz de onlar gibi yaptık; Prens de çekilişe katıldı ve bir enfiye kutusu kazandı. Kapağını açtığında, beti benzi atmış bir halde irkildiğini fark ettim. Anahtar içindeydi.
“Bu ne demek oluyor?” dedi Prens bana, bir an baş başa kaldığımızda. “Üstün bir kuvvet beni izliyor. Her şeyi bilen bir güç çevremde dolaşıyor. Kendisinden kaçamadığım görünmez bir varlık attığım her adımı gözetliyor. Ermeni’yi mutlaka arayıp bulmalı ve ondan aydınlatıcı bilgi edinmeliyim.”
Güneş batmak üzereyken, akşam yemeğinin sunulduğu sefa köşküne vardık. Prens’in adının duyulmasıyla, bize eşlik edenlerin sayısı on altı kişiye çıkmıştı. Daha önce bahsedilenlerin dışında, Roma’dan bir virtüöz, birkaç İsviçreli ve üzerinde üniforma taşıyan, kendini yüzbaşı olarak tanıtan Palermolu bir serüvenci5 de bize katılmışlardı. Bütün akşamı burada geçirip eve dönüş yolunda meşalelerin yakılmasına karar verildi. Masadaki sohbet hararetliydi; Prens anahtarla ilgili olayı anlatmaktan kendini alamadı, bu herkeste büyük bir hayret uyandırdı. Bu konu üzerinde kıyasıya tartışıldı. Gruptakilerin çoğu, fazla üzerinde durmadan, bu sihir sanatlarının aslında bir gözbağcılıktan ibaret olduğunu ileri sürüyorlardı; çok şarap içmiş olan abbé bütün ruhlar âlemine meydan okuyor; İngiliz, Tanrı’yla alay ediyor; müzisyen şeytana haç çıkartıyordu. Prens’in de aralarında olduğu çok az kişi ise, insanın bu konularda yargıda bulunmaktan sakınması gerektiği fikrindeydi; o sırada kadınlarla sohbet etmekte olan Rus subay ise, bütün bu konuşmaları umursamıyor gibiydi. Tartışmanın hararetinde Sicilyalı’nın dışarıya çıktığı fark edilmemişti. Yarım saat kadar geçtikten sonra, bir paltoya bürünmüş halde tekrar geriye geldi, Fransız’ın sandalyesinin arkasında durdu. “Biraz önce büyük bir cesaret göstererek bütün ruhlarla boy ölçüşebileceğinizi söylediniz, bunu biri ile denemeye