Tom Amca'nın Kulübesi. Stowe Harriet Beecher
kaşıdı. Vızır vızır düşünceler nedeniyle aklı fena halde karışmıştı. Daha sakin düşünebilmek için her zamanki yöntemine başvurarak pantolon askılarını çekiştirdi. Sonunda, “Bu sizin dünyanızda imkânsız diye bir şey yok mudur?” diye sordu.
Sam “bu” sözcüğünü vurgulayarak tüm dünya türleri üstüne geniş deneyler yapmış da bu sonuca varmış bir filozof gibi konuşmuştu.
Ardından düşünceli bir tavırla, “Şimdi de hiç kuşkum olmaksızın söylüyorum ki, hanımın Lizzy’nin arkasından onu bulmak için dünyayı birbirine katması gerekirdi,” dedi.
“Elbet gerekirdi,” dedi Andy, “ama burnunun dibindeki gerçeği göremiyor musun kara zenci seni? Hanımefendi, Haley’in Lizzy’yle oğlunu bulmasını istemiyor, olay bu!”
“Müthiş!” Yalnızca zenciler arasında yaşayanların duyabileceği inanılmaz bir vurguyla söylemişti bunu.
“Daha da ötesini söyleyeyim,” dedi Andy. “Bence atları hazırlasan iyi olur, hem de elini çabuk tutarak… Hanım seni soruyordu, aptal aptal dikilip durduğun yeter.”
Bunun üstüne Sam harekete geçti, az sonra yeniden ortaya çıktı ve Bill ile Jerry’nin eşkin yürüyüşü eşliğinde eve doğru şerefle gitmeye başladı. Atlar durur gibi olur olmaz hemen işe yatkın bir hareketle öne atılıyordu, sonunda onları at bağlama yerinin önüne kadar fırtına gibi getirdi. Ürkek bir tay olan Haley’in atı, çekingenlikle sekiyor, yularını geriyordu.
“Hoo hoo!” dedi Sam. “Korktun mu?” Kara yüzü garip, haylaz bir gülüşle ışıdı. “Ben şimdi seni yola getiririm!”
Eve yakın, kocaman, gölge yapan bir kayın ağacı vardı, küçük sivri, üçgen, sert kabuklu meyveleri dökülüp toprağın her yanını örtmüştü.
Bunlardan birini parmakları arasına alan Sam, taya yaklaştı. Okşayıp hafifçe vurarak onu sakinleştirmeye çalıştı. Eyeri ayarlamaya çalışıyormuş gibi yaparak sivri, küçük meyveyi eyerin altına kaydırdı, bunu öyle yapmıştı ki, eyerin üstündeki en küçük bir ağırlık bile zaten sinirli olan hayvanı iyice kızdıracak ama en küçük bir yara ya da sıyrık bırakmayacaktı.
Gözlerini devirerek yaptığını onaylayan bir sırıtışla, “İşte!” dedi, “yola getirdim!”
O anda Mrs. Shelby balkonda belirerek ona yaklaşması için işaret etti. Sam, St. James ya da Washington’da iş bulmuş bir talibin kur yapmayı kafasına koymuş tavrıyla yaklaştı.
“Neden bu kadar oyalandın Sam? Elini çabuk tutman için Andy’yi gönderdim.”
“Tanrı sizi korusun hanımım! Atlar öyle bi’dakkada yakalanmıyolar ki!.. Güney çayırında Tanrı bilir nereye doğru kaçıp gittiler!”
“Sam, kaç kez senden Tanrı sizi korusun ya da Tanrı bilir gibi şeyleri söylememeni istedim. Kötü bir şey bu.”
“Ah, Tanrı ruhumu korusun! Unutmuşum hanımım! Bi’ daha böyle şeyler söylemeyeceğim.”
“Ama şimdi yine söyledin işte.”
“Öyle mi? Tanrı’m! Yani amacım o değildi.”
“Dikkatli olmalısın Sam.”
“Biraz soluk alayım hanımım, sonra daha iyi çalışabilirim. Çook dikkatli olacağım.”
“Yolu göstermek, ona yardım etmek için Mr. Haley’le gideceksin. Atlara dikkat et, geçen hafta Jerry biraz topallıyordu, çok hızlı sürme sakın!”
Mrs. Shelby son sözcükleri alçak sesle, üstüne basa basa söylemişti.
Sam gözlerini yuvalarında çevirerek sesinde belirli bir anlamla, “İşi bu çocuğa bırakın siz!” dedi. “Tanrı bilir! Müthişşş! Denmez mi şimdi buna!” Bu sözler ağzından çıkar çıkmaz hanımı da kendini tutamayıp güldüren ani bir korkuyla soluğunu tutuverdi.
“Evet hanımım. Atlara dikkat ederim!”
Kayın ağaçlarının altındaki yerine dönen Sam, “Bak Andy,” dedi, “o beyefendinin bineceği yaratık yerinde güzel güzel dururken adam tam bineceği sırada ansızın dellenirse hiç şaşmam. Bilirsin, bu yaratıklar böyle şeyler yapar.”
Sözün tam burasında son derece imalı bir hareketle Andy’yi böğründen dürttü.
Andy hemen onaylar bir tavırla, “Müthişşş!” dedi.
“Evet, hanım zaman kazanmak istiyor, en sıradan adam bile bunu anlar. Ben, onun için biraz zaman kazanacağım. Şimdi sen git ne kadar at varsa sal, ormana gitsinler, efendinin o kadar acelesi yok nasılsa!”
Andy sırıttı.
“Yani Andy, Efendi Haley’in atı aksilik eder de yürümezse biz atlarımızdan inip ona yardıma gideceğiz ve ona yardım edeceğiz ya!” Sam ile Andy başlarını arkaya atıp boğuk kahkahalarla çılgınca gülmeye başladılar, bir yandan da parmaklarını şıklatıp topuklarını büyük bir keyifle birbirine vuruyorlardı.
O anda Haley verandada göründü. Birkaç fincan çok iyi kalite kahveyle iyice gevşemiş ve keyfi yerine gelmiş olarak güle konuşa dışarı çıktı. Sam ile Andy de şapka deme alışkanlığını bir türlü bırakamadıkları palmiye yapraklarından yaptıkları o lime lime şeyi kaptıkları gibi kafalarına geçirip efendilerine yardım etmek için (!) atların bağlı durduğu parmaklığa seğirttiler.
Sam’in palmiye yaprağı, saç örgüsü gibi örüldüğü tepe bölümlerinin ucuna doğru, özellikle de kenarlarında ustalıkla çözük bırakılmıştı, ince dilimler ayrık ve dik duruyor, Sam’e aynı bir Fejee Şefi gibi göz kamaştırıcı bir özgürlük ve meydan okuma havası veriyordu.
Andy’ninkinin kenarlarıysa hepten ayrılıp kopmuştu, tacını tepesine pat diye el çabukluğuyla oturttu, “Kim demiş şapkam yok diye?” diyormuş gibiydi.
“Ee çocuklar,” dedi Haley, “canlanın bakalım, zaman yitirmeyelim.”
Sam, “Hem de bir dakika bile efendim!” diyerek Andy öbür atları çözerken Haley’in atının dizginini kavrayıp üzengiyi tuttu.
Haley eyere dokunur dokunmaz zaten yerinde duramayan hayvan ansızın ok gibi fırlayıp havaya sıçradı, o anda binicisi de kendini ayakları bir yanda, kolları bir yanda, yumuşak, kuru otların üstünde buldu. Sam çılgın gibi bağırıp çağırarak dizginlere doğru atıldı ama tek başarabildiği, daha önce sözünü ettiğimiz palmiye yaprağıyla atın gözünü sıyırtmak oldu ki, bu da hiçbir biçimde hayvanın sinirlerini yatıştıracak bir hareket değildi. Böylece at müthiş bir hırsla Sam’i devirdikten sonra küçümsermişçesine burnundan birkaç gürültülü soluk koyverdi, arka ayaklarını hızla havaya kaldırdı ve çayırlığın öte yanına doğru dörtnala bir koşu tutturdu, peşinden müthiş bir hızla Andy’nin çözdüğü Bill ile Jerry gidiyordu. Herkesin başka bir şey yaptığı bir kargaşa başladı. Sam ile Andy bağırarak koşuyorlar, orada burada köpekler havlıyor, Mike, Mose, Mandy, Fanny, kadın-erkek ne kadar hizmetli varsa açık saçık sözlerle kahve dövücünün hınk deyicisi misali yorulmak bilmez bir coşkuyla koşuşup ellerini çırpıyor, naralar atıp bağırıyorlardı.
Kır donlu, çok çevik ve canlı olan Haley’in atı, sahnenin en can alıcı noktasına olanca “havasıyla” girdi ve kendine yaklaşık bir buçuk kilometre uzunluğunda, her yanı tatlı bir eğimle ormanda biten bir çayırlığı koşu alanı olarak belirledi. Peşindekilerin ne kadar yaklaşacaklarına izin vereceğini görmekten özel bir haz duyuyor gibiydi, derken tam bir kol boyu uzaklıktayken, burnundan salıverdiği homurtuyla çılgın gibi öne doğru fırlayıp