VATAN YAHUT SİLİSTRE. Namık Kemal
/p>
1840’ta Tekirdağ’da doğdu, 1888’de Sakız Adası’nda öldü. Asıl adı Mehmed Kemal’dir. Namık adını, Şair Eşref Paşa vermiştir. Babası, II. Abdülhamid döneminde müneccimbaşılık yapmış olan Mustafa Asım Bey’dir. Annesi, Namık Kemal henüz küçük yaştayken ölünce babası da başka bir kadınla evlenince dedesi Abdüllâtif Paşa’nın yanında, Rumeli ve Anadolu’nun çeşitli kentlerinde büyüdü. Bu yüzden özel öğrenim gördü. Arapça ve Farsça öğrendi. 18 yaşında İstanbul’a, babasının yanına döndü. 1863’te Babıâli Tercüme Odası’na kâtip olarak girdi. Dört yıl çalıştığı bu görev sırasında dönemin önemli düşünür ve sanatçılarıyla tanıştı. 1865’te kurulan ve daha sonra yeni Osmanlılar Cemiyeti adıyla ortaya çıkan İttifak-ı Hamiyet adlı gizli derneğe katıldı. Bir yandan da Tasvir-i Efkâr gazetesinde hükümeti eleştiren yazılar yazıyordu. Gazete, Yeni Osmanlılar Cemiyeti’nin görüşleri doğrultusunda yaptığı yayın nedeniyle 1867’de kapatıldı.
Namık Kemal, İstanbul’dan uzaklaştırılmak için Erzurum’a vali yardımcısı olarak atandı. Bu göreve gitmeyi erteledi ve Mustafa Fazıl Paşa’nın çağrısı üzerine Ziya Paşa’yla Paris’e kaçtı. Bir süre sonra Londra’ya geçerek Mustafa Fazıl Paşa’nın parasal desteğiyle Ali Suavi’nin Yeni Osmanlılar adına çıkardığı Muhbir gazetesinde yazmaya başladı. Ali Suavi’yle anlaşamayınca Muhbir’den ayrıldı.
1868’de Fazıl Paşa’nın desteğiyle Hürriyet gazetesini çıkardı. Çeşitli anlaşmazlıklar yüzünden Avrupa’da desteksiz kalınca 1870’te Zaptiye Nazırı Hüsnü Paşa’nın çağrısıyla İstanbul’a döndü. Nuri, Reşat ve Ebüzziya Tevfik beylerle birlikte 1872’de İbret gazetesini kiraladı. Aynı yıl burada çıkan bir yazısı üzerine gazete dört ay kapatıldı. İstanbul’dan uzaklaştırılmak için Gelibolu Mutasarrıflığına atandı. Orada, Vatan yahut Silistre oyununu yazdı. Namık Kemal, tiyatroyu çok seviyor ve topluma en faydalı eğlencelik olarak düşünüyordu. Vatan yahut Silistre 1873’te Gedikpaşa Tiyatrosu’nda sahnelendi. Oyunu izleyenler heyecana gelip gazetenin önünde toplandı, Namık Kemal’e verilmek üzere gazeteye bir mektup bıraktılar. Mektup, ertesi gün gazetede yayımlanınca hükümet bunu fırsat bilip Kıbrıs’taki Magosa Kalesi’ne sürgüne gönderdi. On sekiz ay Magosa’da kaldı, eserlerinin önemli bir kısmını burada kaleme aldı. 1876’da Abdülaziz’in tahttan indirilip yerine Beşinci Murat’ın geçmesiyle serbest bırakıldı.
I. Meşrutiyet’in ilânından sonra da İstanbul’a döndü. Şurayı Devlet üyesi oldu. Kanun-î Esasî’yi hazırlayan kurulda görev aldı. 1877 Osmanlı-Rus Savaşı çıkınca Meclis-i Mebusan kapatıldı, Namık Kemal tutuklandı. Midilli Adası’na sürüldü. 1879’da Midilli mutasarrıfı oldu. Aynı görevle 1884’te Rodos’a, 1887’de Sakız Adası’na gönderildi. Ertesi yıl burada öldü ve Gelibolu Bolayır’da defnedildi.
Şiirlerini küçük yaşlardan itibaren yazdı. Şinasi’yle tanışıncaya kadar şiirlerinde tasavvuf etkileri görüldü. Bu dönemde özellikle Yenişehirli Avni, Leskofçalı Galib gibi şairlerden etkilendi. En önemli özelliklerinden biri, Türk şiirini Divan şiirinin etkisinden kurtarmaya çalışmasıdır. “Vatan Şairi” diye de anıldı. Tiyatroya özel bir önem verdi, altı oyun yazdı. Bir yurtseverlik ve kahramanlık oyunu olan Vatan yahut Silistre, Avrupa’da da ilgi uyandırdı ve beş dile çevrildi. İlk romanı İntibah 1876’da yayımladı. Romanı ve tiyatroyu toplumsal yaşama soktuğu gibi edebiyat eleştirisini de Türkiye’ye ilk getiren kişilerden biri oldu. En önemli eleştiri eserleri Tahrib-i Harâbât ile Takip’tir. Gazeteci olarak da Türk kültürü içinde önemli bir yeri vardır.
Namık Kemal’in şiirleri, Cezmi, İntibah (roman), Vatan yahut Silistre, Zavallı Çocuk, Akif Bey, Gülnihal, Kara Bela, Celalettin Harzemşah (tiyatroları); Bârika-i Zafer, Kanije, Silistre Muhasarası, Evrak-ı Perişan, Osmanlı Tarihi, başlıca eserleridir. Bunların dışında, çeşitli yazıları, makaleleri, ön sözleri ölümünden sonra yayımlanmıştır.
KİŞİLER
BİRİNCİ PERDE
BİRİNCİ MECLİS
Zekiye – (Kitabı sandığın üstüne bırakarak): Ah! Anneciğim, anneciğim! Gönlüme niçin bu kadar yumuşaklık verdin? Fikrimi niçin bu kadar açtın? Sen de şimdi kızını görsen okuttuğuna pişman olurdun… Benim gönlüm öyle büyük büyük hayata nasıl dayansın? Benim beynim öyle geniş geniş düşüncelere nasıl tahammül etsin? Yüreğim ne kadar çarpıyor! Sanki göğsümü yerinden koparacak da dışarı fırlayacak… Beynim ne kadar sıkılıyor! Sanki başımı paralayacak da etrafa dağılacak… (Ellerini yüzüne kapatarak): Anneciğim, anneciğim! Daima babamı düşünmek için açtığın, hazırladığın fikirde başkası geziyor! Daima seni sevmek için terbiye ettiğin, büyüttüğün gönülde başkası hükmediyor! Seni babam okutmuş, onun yoluna öldün. Beni sen okuttun. Yoluna ölmek değil, öldüğüne ağlamak bile hatırıma gelmiyor! Ah, daima o! Gözümde o! Hayalimde o! Aklımda o, o, o! Bir kere sokakta gördüm… Keşke yüzüne baktığım zaman gönlüme düşen ateş gözlerimi eriteydi… Daha bir bakışta vücudumda ne kadar kuvvet varsa toplayıp da gözlerimi başka tarafa çevirmek istedim, eyvah! Ne vücudumda kuvvet buldum ne gözlerime hükmüm geçti. Sanki ömrümde gördüğüm, işittiğim, okuduğum, düşündüğüm ne kadar güzel şey varsa hepsi bir yerde toplanmış da bir insan çehresi olmuş, karşıma gelmişti. (Biraz düşündükten sonra): Hayat ne garip hâlmiş! Birkaç gün evvel yanımda biri ağlasa gözünün yaşı sefasından dökülüyor zannederdim. Bugün kulağıma kahkahalar matem sedası gibi geliyor! Birkaç gün evvel gamlı gamlı bulutlarda şimşek çaktıkça biri gülüyor gibi görünürdü, bugün yeni açılmış güllerde çiy görsem birinin gözyaşı dökülmüş zannediyorum. Birkaç gün evvel yüzüm gülüyordu… Sanki her şey de benimle birlikte gülüyordu. Bugün gönlüm ağlıyor… Sanki her şey de gönlümle birlikte ağlıyor! Yine sabah oldu, yine gözüme bir dakika uyku girmedi… (Mumları söndürerek): Zavallı mum! Acaba ben de senin gibi yana yana tükenip gidecek miyim? Beş dakikacık uyuyabilseydim… Belki rüyada görürdüm de ayaklarına kapanır, gönlümün zehrini dökünceye kadar doya doya ağlardım… Allah’ım! O mektup neydi? Ateşle yazılsa insanın yüreğini o kadar yakmaz. Okudukça gözlerimden sanki yüzüme, göğsüme doğru damla damla alev parçaları saçıldı… Bilmem, sütannem getirdiği zaman nasıl utancımdan yerlere geçmedim? İnsan sevincinden ölmüyor, lâkin çıldıracak! Mektup sözünü işittiğim gibi ondan geldiğini bildim. Kendi gelse belki utanırdım da o kadar çırpınarak üzerine koşmazdım. Gönülde keramet mi var nedir? Bazı kere görünmeyeni, bilinmeyeni de biliyor! Ah, benim o zaman başka kimi düşündüğüm vardı? Hâlâ kimi düşündüğüm var? Mektup babamdan da gelse yine ondan sanmaz mıydım? Belki dünyayı bildim bileli bir kere yüzünü görmeyi istediğim babamdan geldiğine keder ederdim… Seviyorum, sevmekten bir türlü kendimi alamıyorum, o da beni seviyor. Sevdiği, mektubunda yazılı… Kendi yazısıyla yazılı… Elbette gerçektir… Hayır! Elbette gerçektir. Allah o kadar güzel bir vücudun içinde hainlik saklamaz a! (Biraz düşündükten sonra): Kim bilir? En güzel çiçeklerin arasında yılan bulunuyor. Yarabbi! Yarabbi! İnsanın yüzü gibi gönlünü de meydanda yarataydın ne olurdu?
İKİNCİ MECLİS
İslâm Bey – (Pencereden girerek): Ben gönlümü meydana çıkarabilirim. Ne yapayım ki içindeki esrar yine sana görünmez.
Zekiye – (İslâm Bey’i görünce son derece bir telâşla yanına koşmak ister; fakat yine kendini toplar. Hüzünlü bir sessizlikten sonra kendi kendine
1
Miralayın bir çavuşu