Valeria Bunu Anlayamaz. Dilek Yılmaz
gecikti Arife. Onun yüzünden her defasında ben de gecikiyorum. Usandım. Kararlıyım, bugün kesin konuşacağım. “Ya vaktinde gel ya da artık gelme.” Anahtarlar elimde, çıkmaya hazır, volta atıyorum koridorda. Kapı zili nihayet çaldı, saat neredeyse on. Otomatiğe basıp kollarım kenetli, kapının gerisinde dikildim. Beklerken gözüm aynaya takıldı. Omuzuma dolayıp unuttuğum kravat iki yandan serseri işi sarkıyor, alelacele bağladım. Üçgen top boynuma dayandığında suretim hayal ettiğim kadar ciddi, kendimi öyle biraz tuhaf bile buluyorum.
Aralık kapıdan süzülen, öksesi aşınmış ayakkabılarının zemine değdiğinde çıkardığı gıcırtıyı nerede olsa tanırım. Yaklaşırken adımları sanki inadına aheste. Sonunda kapıda göründü. Yarım ağız “günaydın”la kırk kere uyardığım halde ayakkabılarını gene eşiğin gerisinde çıkardı. Parmak ucunda yükselerek çantasını portmantonun en üst askısına astı, fakir kalırmış yoksa. Evi dolaşmaya başladı. Gezinirken insanı tedirgin edecek kadar sessiz. Neyi nasıl bıraktıysa hepsini son yerinde yoklayarak tek tek kontrol ediyor. Yüzündeki ifade kekremsi bir şey yemiş gibi hoşnutsuz.
“Sarı bezler nerede?”
“Yüklükte galiba.”
“Oraya mı konur?”
Yüzüme bakmıyor. Malzemeleri aranırken peşinde dolanıyorum. Cam bezinin tuvaletten çıkması iyi olmadı. Banyoya daldı, bezler elinde. Çamaşır makinesinin arkasındaki daracık boşluğa tombul poposunu iki yanından eze eze sığdırıyor. Şaşkınlıkla izliyorum onu, vücudu sanki kemiksiz. Çömelince gözden kaybolduğu bölmeden elinde tahta bir sopayla çıktı. Doğrulduğunda göz gözeyiz. Sopayı ayağının önüne baston gibi dayadı, bir eli üzerinde. Donuk bakışlarından korkuyorum.
“Sen buraya birini getirmişsin ben yokken.”
İhanet etmiş gibi hissediyorum kendimi, bütün planım bozuluyor.
“Pislik içindeydi ortalık, iki aydır yoksun, ya ne yapsaydım?”
“Köye de mi gitmeyelim?”
Cevap vermedim. Söylenerek koltuğa çıktı. Önce salonun caddeye bakan tarafının perdesini sökmeye davrandı. Rustiğin bir halkası hışmına kurban gidiyor. Öbür cama boyu yetişmeyince gidip merdiveni getirdi balkondan. Köşedeki peygamber kılıcının açtığını perdeleri sepete atarken fark ediyor. “Güneşi görünce böyle, bizde çiçek bile büyümüyor.”
Saksıyı kenarından tutup yavaşça çekerek balkona doğru taşıdı. Mermer zeminde çıplak ayak dolanırken birden gidip terlik geçirdi ayağına. Tüller sökülünce pencereden içeriye ok gibi sızan ışık huzmesinin yerdeki ayakkabı izlerini ele verdiğini o anda fark ediyorum. Konuşulacak gün değil.
“Çok geç kaldım,” dedim, “çıkıyorum ben.”
Hiç oralı değil. Camlara giriştiğinde gözü hiçbir şey görmüyor. Bilmesem işini sevdiğini düşünürüm, öyle gayretli.
Patronun Moskova’dan siparişi ayakkabılarımı giydikten sonra aklıma düştü. Bazen pezevengin sırf onları almam için beni zırt pırt o uyduruk toplantılara gönderdiğini düşünüyorum. Elim dolaba gidip geliyor. Hava çok sıcak, vazgeçiyorum. Hem nasıl olsa yok bugün, yarın götürürüm.
Evde birinin ya da Arife’nin varlığı sürekli unuttuğum bir şey var hissini veriyor. Her zaman. Giderayak parmak ucunda tekrar turluyorum salonu. Gözüm gene ona takılıyor. Pencere pervazına sadece ayağıyla nasıl tutunabilir insan, aklım almıyor. Bir de ayakkabıyla içeri girmeme söylenmeden kurtulmak istiyorum ondan.
Apartmanın kapısından çıktığım anda derin bir nefes alıp bıraktım. Mahalledeki bitmek bilmeyen o balkonsuz evlerin inşaat tozuna rağmen sokak oksijen tüpü gibi. Arabaya binene kadar. Anacaddeye bağlanan yolların üçünde de iki kış dayanmayacak geleneksel haziran asfaltlaması var. Üstüne diktikleri tipsiz inşaatlar yetmiyormuş gibi bir de yerin ziftini çekiyoruz. Yamalı Fikirtepe’den çıkılabilecek tek sokağa güçlükle ulaşıyorum. Köşede girilmez tabelası. Gözün gördüğü mesafede girilebilir sokak yok. Gözümü karartıp daldım. Karşı yönden gelenlerin fırsatçı küstahlığıyla bir anda sirene dönüyor korna sesleri. Sürekli hareket halindeki kepçenin yolun sonunda bıraktığı anlık boşluğu yakalamam mucize gibi. Sonrasında neredeyse bütün trafik lambalarında durup İstanbul’u uzun uzun selamlıyorum. Ofisin otoparkından içeri girdiğimde başım zonkluyor. Yolda geçen süre mesaiye sayılmalı.
Daha yerime oturamadan telefonum çaldı. Öyle kolay değil kurtulmak.
“Hayırdır Arife?”
“Para bırakmadın gene.”
“Gece döndüm seyahatten, kafam bir dünya, yol yorgunu unutmuşum.”
Hata yapmamı fırsat bilip parke cilasından çamaşır suyuna kadar bir dolu eksik gedik sayıyor.
“İdare et bugün,” diyorum, eksik dediği de bütün deterjanların yedeği. “Gündeliği dert etme, sen çıkmadan yetişirim.”
Ofiste işler birikmiş. Bekleyen onlarca laf olsun mesajına kopyala-yapıştır cevapları yazıyorum teker teker. Bütün gün yaptığım tek somut iş, fuara gidecek malların nakliye organizasyonu. Yorulmama yetiyor. Haberlere bakıyorum arada. Gençlik yaş sınırı altmış altıya gelmiş. Bok! Yüz yaşında bir İsveçli sallamıştır kesin. Değil çekirdek ailede, sülalede altmış beşi gören yok bizde. Kendimi 2056 yılında hayal edemiyorum.
Haberler sabah boğuntusundan hallice değil. Durdukça fenalık geliyor. Tedarikçiden araç plakasını bildiren e-posta ekranıma düştüğünde haber vermek için müdürü aradım. Patronun yokluğunu fırsat bilip erken çıkmış gene. Günün tek iyi gelişmesi. Hızlıca toparlanıp mesainin bitmesini beklemeden kaçıyorum ben de.
Saat daha beşe on var ama yan yol şimdiden kilit. Dönüş yolu çözemediğim bir nedenle her zaman gidişten daha uzun sürüyor.
Eve vardığımda kapıyı çaldım. Açmıyor. Anahtarı çıkardım. Kilidi çevirip kapıyı araladığım anda ağır bir tütün kokusu geldi içeriden, midem ağzıma geldi. Salona girdiğimde kirli suyu içinde kova, koltuğa dayanıp bırakılmış fırça gözüme çarptı önce. Yıkanmış perdeler çamaşır sepetine öylece yığılmış. Akşam güneşi cama vuruyor. Koltuk minderlerinin kılıfları sökülünce pütürlü yumrularından fırlayan kaz tüyleri her yerde. Saksının kenarlığından süzülen çamurlu ıslaklıktan parkenin yüzeyine yayılan kararsız terlik izleri Arife’ye kadar uzanıyor.
Yerde. Ortadaki koca sehpayı göbeğine kadar çekmiş, sırtı üçlü koltuğa yaslı. Karşısında televizyon açık, bir kayıp programının tekrarı veriliyor. Sehpanın üstüne serdiği gazete sayfasında Fatih Terim’in yenilgi sonrası suratı ekmek kırıntılarının arasında güçlükle seçiliyor. Kızartılmış birkaç dilim tost ekmeğinin yanında, yüz gramına on beş gün çalıştığım, patronun siparişi Beluga havyarını görünce beynimden vurulmuşa döndüm. Sehpanın öbür ucundan küçük ayakları görünüyor. Önünde dikildim.
“Ne yaptın sen?”
Neyi sorduğumu anlamıyor. Yorgun bakışları sabahtan akşama kadar daha da yaşlanmış.
“Benim ortanca aradı, hastalanmış, okuldan eve dönmüş öğlen.”
“Önemli bir şeyi yok inşallah,” dedim çekinerek, sanki kötü hastalık haberi almış gibi hali.
“Midesini bozmuş.”
“Ne var canım, buna mı üzüldün?”
“Yok, benim asalak herifi Zeliha’yla basmış.”
“Zeliha