Eğer Beni Ararsan. Alba Arikha
Hava çok güzel. Hayatımdaki bütün korkunç şeyler güzel havalarda oldu zaten. “Ben doktora gidiyorum,” diye kestirip atıyor annem. “Orada öylece dikilmen boşuna.”
“Dikkatli ol,” diyor babam. Ardından da, “Gitmemelisin.”
“Ama Sarah hasta…”
“Gitme Clara.”
“Merak etme. Arka sokaklardan gideceğiz.”
Annem öperek bize veda ediyor ve yanında Sarah’yla çıkıp gidiyor. Yirmi yaşındayım. Fransız polisi onu Beaumarchais Bulvarı’nda durduruyor. Annemin sarı yıldızı göğsüne iğneli fakat kuzeniminki değil. Altı yaşından büyük her çocuk yıldızı takmak zorunda ve Sarah takmamış. Annemin dalgınlığına gelmiş. Bunu biliyorum, çünkü komşumuz her şeyi olduğu gibi görmüş. Askerler annemi durdurmuş ve Sarah’yla onu alıp götürmüşler.
İkisini de bir daha görmedim.
Babam sıranın bizde olduğunun farkında. Ama kılını kıpırdatmıyor. Evimizden ayrılmamız gerektiğini söylüyorum ona. Daha önce hiç görmediğim bir ifade var yüzünde, sanki damarlarındaki kan bir an için akmayı kesivermiş gibi. Sanki hayattan çoktan vazgeçmiş gibi. Tanıdığı bir adam bizi evinin bodrumunda gizlemeyi teklif ediyor. Mösyö Bonnet ve karısı Jacqueline. Bir restoranları var, oyuncakçı dükkânının yakınında, Francs-Bourgeois Sokağı’nda oturuyorlar. Kızları okul çıkışında daima babamın dükkânına uğrar. Özellikle de porselen bebeklere bayılır. Annemle babamı çok sever. Babam oraya gitmemi, benimle ertesi gün buluşacağını söylüyor. Neden? Neden ertesi gün? Neden şimdi değil? Biricik dükkânına son bir kez bakmak istiyor belki de. Maurice Baum’un Oyuncakları. “Git haydi, git,” diyor.
Böylece Francs-Bourgeois Sokağı’na yalnız başıma yürüyorum. Sarı yıldızımı çıkardım. Yakalanacağım diye ödüm patlıyor. Yakalanamam. Bir gün Londra’da yaşamak istiyorum. Yakalanamam. Bir yerlere gelmek istiyorum. Önemli biri olmak.
Yakalanamam.
O gece babamı götürmeye geliyorlar. Onu evde bulamıyorlar. Bunun üzerine dükkânına gidiyorlar ve işte orada, o kuklaları göğsüne sıkı sıkı bastırmış halde oyuncaklarının arasında uyuyor. Polis diğer her şeyle birlikte o kuklaları da paramparça ediyor. Sonra da babamı alıp götürüyorlar.
Mösyö Bonnet ertesi gün dükkânın durumuna bakmaya gidiyor. Enkazın arasında polisin açmaya tenezzül etmediği bir sandığın içinde beş tane kıymetli porselen bebek buluyor.
Babam altı ay sonra tahliye ediliyor. Mösyö Bonnet polis komiserliğinde önemli birini tanıyor. Babam fiziksel olarak aynı görünüyor ya, içinde bir şeyler değişmiş. Ruhsal durumuyla ilgili önceki şüphelerim böylece doğrulanmış oluyor. “Dengemi kaybettim,” diyor bana bir çocuk edasıyla.
Eve geri dönüyor. Bonnet’lerde kalmak istemiyor. Oyuncaklarıyla oynamak istiyormuş, öyle diyor. Gözleri de delilerinki gibi fıldır fıldır dönüyor. Kendi haline bırakıyorum, onu o halde görmek korkutuyor beni.
Bonnet’lerin kapısına polis dayanıyor. Evi arıyorlar ama beni bulamıyorlar. “Gitmelisin Flore,” diyor Bonnet’ler. Babama hoşça kal demeye cesaret edemiyorum. Yakalanmaktan korkuyorum. Onun için gözyaşı döküyorum. O hale düştüğü için. Annem için. Bonnet’lerle vedalaşıyorum. Bir arkadaşım bana kalacak yeni bir yer bulmuş. Vaucluse eyaletinde çiftçilik yapan yaşlıca komünist bir çiftin yanında. Oraya ulaşmam bir ay sürüyor. Bize kılavuzluk eden bir iş bitirici beni ve bizimle seyahat eden Yahudi bir aileyi gecenin örtüsü altında tarlalardan ve ormanlardan geçiriyor. Yol üstündeki ahırlarda, terk edilmiş evlerde uyuyoruz. Ne zaman birinin bize doğru yaklaştığını duysak ecel terleri döküyoruz. Nazi devriyeleriyle köylüleri birbirinden ayırt etmek zor. Nihayet Vaison-la-Romaine’e vardığımda Marie ve Antoine Thibault beni içtenlikle karşılıyorlar. Çok fakirler ama iyi insanlar. Onlar olmasa hayatta olur muydum emin değilim. Savaş bitene kadar Thibault’ların yanında kalıyorum. Paris’e döndüğümde kaçışımdan kısa süre sonra babamın tekrar tutuklandığını öğreniyorum. Nerede olduğunu kimse tam olarak bilmiyor.
4
1945 yılı. Sıcaklar eksi on dört dereceye düşmüş. Her yer karlar altında, ısıtma yok, yiyecek yok. Elektrik öğlenleri sadece bir saatliğine veriliyor. Aileler yakınlarının izini bulabilmek için Le Monde gazetesine ilan veriyorlar. Ben de aynı şeyi yapıyorum.
Biri ilanıma cevap veriyor. Annemle babamın eski bir dostu, Roger. Annemin, babamın ve Sarah’nın bir toplama kampında öldüğünü söylüyor. Bergen-Belsen’de. O kamptan sağ kurtulan bir arkadaşı varmış, oradan biliyormuş. Babamın konuşmayı hepten kestiğini anlattı. Yaşayıp yaşamadığını artık umursamadığını. Delirdiğini.
O gece oyuncakçı dükkânı giriyor rüyama. O küflü kokusu. Babamın çocukları nasıl karşıladığı. Onlara doğru eğilerek, gözlerinin içi gülerek. Misketleri sergileme şekli: mika, şeytan gözü, süt, kedi gözü. Oynayabilir miyiz? Mösyö Baum, oynayabilir miyiz? Palyaçonun bir çark üzerinde dönüp durduğu minyatür sirk. Kurmalı askerler. İçindeki baleriniyle gül ağacından o müzik kutusu. Oh, comme c’est beau!3 Porselen bebekler. Parizyenler denir onlara. İpek, kadife, kaşmir kıyafetleri, rugan ayakkabıları olan, on dokuzuncu yüzyıldan kalma kıymetli oyuncak bebekler. Kimileri, mesela Marie gibi, mücevher takar. Rose’un insan saçından peruğu vardır. Mösyö Bonnet bebekleri ben hazır olduğumda vereceğini söylüyor. Acaba ne zaman olacak bu?
Annem beni duyabiliyor. Hissedebiliyor. Babam da öyle. Karanlık bastırdığında onlarla konuşuyorum. Solukları isimsiz bir yerde yitip gitti. Ne var ki ruhlarına ait zerrelerin etrafımda süzüldüğünü hissedebiliyorum.
Fransa’nın Dördüncü Cumhuriyet dönemine girmek üzereyiz. Yirmi beş yaşındayım ve École des Beaux-Arts’da bir ressama modellik yapıyorum. Çıplak poz vermeyi seviyorum. Bu işten para kazanıyorum ama açlığımı doyuracak kadar değil. Bu yüzden de ikinci bir iş daha buluyorum, İngilizceden Fransızcaya şiir çevirisi. Bir gece Jean-Louis Barrault’nun oynadığı bir oyunu görmek için Comédie-Française’e gidiyorum. Yerime geçerken Jean’a rastlıyorum. Farklı görünüyor. Daha zengin. Beni hamile olan karısıyla tanıştırıyor. Karısının kirpikleri solgun. Boynunda ufak bir elmas parıldıyor. Jean artık babasıyla çalıştığını söylüyor. “Romanını hiç yazmadın yani?” diye soruyorum ona. “Hayır,” derken diken üstünde görünüyor, karısı da ondan farklı değil. Bizi biliyor mu, yoksa içimdeki Yahudiyi mi tespit etti?
Çabucak vedalaşıyoruz. Bu karşılaşma bir huzursuzlukla baş başa bırakıyor beni. Jean’da ne buluyordum acaba diye merak ediyorum. Caz kulübündeki o akşamı, Seine kıyısındaki bisiklet gezintilerimizi, savaştan önceki Paris’i düşünüyorum sonra.
Ama o günleri düşünmemeliyim.
Tiyatro çok kalabalık: Balık istifi gibi oturuyoruz ve içeride yıkanmamış bedenlerden yayılan nahoş bir koku var. Fakat oyun acıklı olmakla birlikte öylesine sürükleyici ki bir noktada kokuları unutuyorum, ne var ki boş midemin guruldamasına engel olamıyorum. Paris’te tiyatrolar ve müzikholler istediği kadar tıklım tıklım olsun, bakkal rafları tamtakır kuru bakır ve açlık çekiyoruz. Allahtan sevgilim Charles-Henri imdada yetişiyor. Ailesinin bir kır evi var, oraya avlanmaya gidiyor. Talih yüzüne gülerse Paris’e et ve patates dolu kocaman çuvallarla dönüyor. Getirdiğinin ne eti olduğunu asla bilmiyorum ama yine de yiyorum. Yemek seçme lüksünden çoktan vazgeçtik. İnsanlar evlerinde besledikleri gine domuzlarını ve parklardaki güvercinleri yiyor. Hükümet kedilerin
3
(Fr.) Ne kadar da güzel! (e.n.)