Bulunmuş . Морган Райс
tanıyabileceği birini söyledi: “İsa.”
Caitlin kısmen, onunla dalga geçeceklerini, ona güleceklerini, ona delinin tekiymiş gibi bakacaklarını— ya da İsa’nın kim olduğuna dair hiçbir fikirlerinin olmadığını söyleyeceklerini bekliyordu.
Ama verdiği cevap karşısında pek şaşırmadıklarını, aksine onu ciddiye aldıklarını görünce hayret etti.
İçlerinden biri “İki hafta önce buradan ayrıldı,” dedi.
Caitlin’in kalbi duracak gibi oldu. Demek doğruydu. O gerçekten hayattaydı. Gerçekten onun zamanındaydılar. Ve o gerçekten burada, bu köyde bulunmuştu.
Balıkçılardan diğeri “Ve bütün takipçileri onunla,” dedi. “Sadece bizim gibi yaşlılar ve çocuklar geride kaldı.”
Caitlin şaşkınlık içerisinde, “Demek o gerçek öyle mi?” diye sordu. Hala buna inanmakta güçlük çekiyordu; bütün bunlar kavrayamayacağı kadar fazlaydı.
Oradaki oğlan çocuğu ayağa kalktı ve Caitlin’e doğru yürüdü.
“O büyük babamın elini iyileştirdi,” dedi. “Bak eline. Büyükbabam cüzzamdı. Ama şimdi iyileşti. Göstersene ona büyükbaba.”
Yaşlı adam yavaşça döndü ve elbisesinin kolunu yukarıya doğru çekti. Eli oldukça normal görünüyordu. Aslında Caitlin daha yakından bakınca bir elin gerçekten diğerinden daha genç göründüğünü gördü. Bu olağanüstüydü. Adam on sekiz yaşındaki bir oğlan çocuğunun eline sahipti. Pembe, gergin ve sağlıklıydı— sanki adama yeni bir el verilmiş gibiydi.
Caitlin buna inanamıyordu. İsa gerçekti. Gerçekten insanları iyileştirmişti.
Bir zamanlar cüzzam olan ama şimdi mükemmel bir şekilde iyileşen bu adamın elini görmek Caitlin’in tüylerini diken diken etti. Her şey apaçık ortadaydı. İlk defa Caitlin gerçekten İsa’yı, babasını ve Kalkanı bulabileceğini umdu. Ve belki bunlar onu Scarlet’e götürecekti.
Caleb “Nereye gittiğini biliyor musunuz?” diye sordu.
Balıkçılardan biri kıyıya çarpan dalga seslerinin arasından “Bizim duyduğumuza göre Kudüs’e,” diye cevap verdi.
Caitlin Kudüs diye düşündü. Bir an çok uzak geldi. Bütün bir yolu uçarak buraya, Capernaum’a kadar gelmişlerdi. Ve şimdi boşa kürek çekiyorlarmış gibi hissetti. Bütün uğraşlarının sonunda hiçbir şey elde edemeden, elleri boş bir şekilde geri dönmek zorunda kalacaklardı.
Fakat Caitlin elindeki Davut Yıldızının neredeyse yandığını hissedebiliyordu ve Capernaum’a gönderilmiş olmalarının bir nedeninin olmak zorunda olduğundan emindi. Burada daha başka bir şeyler, bulmaları gereken bir şeyler olduğunu hissetti.
Balıkçılardan biri “Havarilerinden biri hala burada,” dedi. “Paul. Ona sorabilirsiniz. Tam olarak nereye gitmekte olduklarını o bilebilir.”
Caitlin “Nerede o?” diye sordu.
Adam “Bütün hepsinin zamanlarını geçirdikleri yerde. O eski sinagogda,” dedi. Döndü ve başparmağıyla omzunun üzerinden işaret etti.
Caitlin arkasını döndü ve omzunun üzerinden baktı. Orada, bir tepenin üzerine kurulu, okyanusa yukarıdan bakan inanılmaz güzellikte, küçük kireçtaşından bir tapınak gördü. Bu zamanda bile şimdiden eski görünüyordu. Çapraşık kolonlarla donatılmış, dalgalı denize yukarıdan bakıyordu. Caitlin buradan bile oranın kutsal bir yer olduğunu sezebiliyordu.
Balıkçılardan biri “Orası İsa’nın sinagogu,” dedi. “Tüm zamanını geçirdiği yer orasıdır.”
Caitlin “Teşekkür ederim,” dedi ve oraya doğru yürümek için döndü.
Tam dönerken ona bunu söyleyen adam uzandı ve yeni, sağlıklı eliyle Caitlin’in kolunu tuttu. Caitlin durdu ve ona baktı. Adamın elinden kendi koluna yayılan enerjiyi hissedebiliyordu. Bu hayatında hissettiği hiçbir şeye benzemiyordu. İyileştiren, rahatlatan bir enerjiydi.
Adam “Sen buradan değilsin değil mi?” diye sordu.
Caitlin adamın gözlerinin içine baktığını hissetti ve bir şeyler sezdiğini anladı. Ona yalan söylemenin bir işe yaramayacağının farkına vardı.
Yavaşça başını iki yana salladı. “Hayır, değilim.”
Adam uzun süre bakışlarını onun üzerinden çekmedi, ardından tatmin olmuş bir şekilde yavaşça başını salladı.
Caitlin’e “Onu bulacaksın,” dedi. “Bunu hissedebiliyorum.”
Caitlin ve Caleb kıyıdan yukarıya doğru yürüdü, dalgalar arkalarından kıyıyı dövüp duruyordu ve havada ağır bir tuz kokusu vardı. Özellikle çöl sıcağında o kadar zaman geçirdikten sonra havadaki serin esinti ferahlatıcıydı. Döndüler ve küçük bir tepeyi tırmandılar; tepenin üstünde o eski sinagog yer alıyordu.
Caitlin yaklaşırlarken başını kaldırıp baktı: aşınmış kireçtaşından yapılan yapı binlerce yıldır buradaymış gibi görünüyordu. Caitlin buradan yayılan enerjiyi hissedebiliyordu; burası kutsal bir yerdi, buna şimdiden emindi. Kocaman, kemerli kapısı yarı aralıktı ve okyanus esintisiyle sarsılıp sallandıkça bir gıcırtı çıkartıyordu.
Tepeye doğru tırmandıkça, küme küme yığılmış yaban çiçeklerinin yanından geçtiler; bu çiçekler sıra sıra dizili açık çöl renklerindeydiler ve doğrudan kayaların içinden bitmiş görünüyorlardı. Bunlar, böyle beklenmedik, böyle ıssız bir yere tezat yaratacak bir şekilde Caitlin’in hayatında gördüğü en güzel çiçeklerdi.
Sonunda tepenin başına vardılar ve doğruca kapıya doğru yürüdüler. Caitlin, Davut Yıldızının cebinde yandığını hissediyordu ve gelmeleri gereken yerin burası olduğunu anlamıştı.
Başını kaldırıp yukarı baktı ve girişin üzerinde, taşa gömülü, etrafı İbranice harflerle çevirili, kocaman, altından bir Davut yıldızı gördü. İsa’nın çok zaman geçirdiği bir yere girmek üzere olduğunu düşünmek inanılmazdı. Caitlin her nasılsa bir kiliseye girmeyi beklemişti— ama tabii bunu düşününce pek anlamlı bir beklenti içine girmemiş olduğunu fark etti, çünkü doğal olarak, İsa ölene kadar kiliseler henüz daha yapılmamıştı. İsa’yı bir sinagogun içinde düşünmek garip geldi—ama yine her şeye rağmen Caitlin onun bir Yahudi ve bir Haham olduğunu biliyordu ve bu yüzden sinagogda olması da oldukça anlamlı ve doğaldı.
Fakat bütün bunların onun babasını aramasıyla ne gibi bir ilgisi vardı? Ya da kalkanla? Caitlin bütün bunların birbiriyle ilişkisi olduğunu giderek daha güçlü bir şekilde hissediyordu, bütün o yüzyılların, bulunduğu zaman ve yerlerin, bütün o manastırlarda ve kiliselerde yaptığı araştırmaların, bütün anahtarların ve haçların hepsinin birbiriyle bağlantısı vardı. Caitlin, bütün bunların ortak özelliklerinin orada gözlerinin önünde durduğunu hissetti. Ama bunun ne olduğunu hala bilmiyordu.
Bulması gereken her neyse onda kutsal, ruhani bir yan olduğu açıktı. Bu da Caitlin’e garip göründü, çünkü her şeye rağmen bu vampirler dünyasıydı. Ama sonra yine, biraz düşününce, Caitlin bunun aynı zamanda doğaüstü iyi ve kötü güçler arasında, insan ırkını korumak isteyenlerle ona zarar vermek isteyenler arasındaki ruhani bir savaş olduğunun farkına vardı. Ve açıkçası, bulması gereken her neyse, bunun sadece vampir ırkı için değil, aynı zamanda insan ırkı için de büyük bir sonucu olacaktı.
Caitlin aralık kapıya baktı ve doğrudan içeri girip girmemeye karar vermeye çalıştı.
Caitlin “Kimse yok mu?” diye seslendi.
Biraz