Kayıp İtfaiye Arabası. Пер Валё
fakat konuyu şimdi gündeme getirmesi Martin Beck’i şaşırtmıştı. Bir yıldan kısa süre önce Cinayet Masası şefi olmuştu ve iş koşulları, genç bir memurken çalıştığı koşullardan tamamen farklıydı.
Martin Beck öne eğilip annesinin elini sıvazladı.
“Şimdi iyiyim, anne,” dedi. “Bugünlerde çoğu zaman masa başındayım. Ama tabii ki ben de aynı soruyu kendime sık sık soruyorum.” Yalan değildi. Martin Beck sık sık kendine neden polis olduğunu soruyordu.
Doğal olarak, o dönemde, savaş yıllarında, askeri hizmetten kaçmak için iyi bir yoldu polis olmak. Ciğerlerindeki sorunlardan dolayı iki yıllık tehir süresinden sonra sağlığı onaylandığında artık muaf değildi, bu da gayet önemli bir sebepti. 1944 yılında askerliğe karşı olmak pek hoş karşılanmazdı. Askeri hizmetten onun gibi kaçmış çoğu kişi, o günlerden bu yana meslek değiştirmişti fakat Martin Beck yıllar içinde başkomiserliğe yükselmişti. Buna bakılırsa iyi bir polis olduğu düşünülebilirdi ama kendisi bundan pek emin değildi. Polis teşkilatında, daha az becerikli bir sürü adamın yönettiği kıdemli koltuk mevcuttu. Martin Beck iyi bir polis olmak isteyip istemediğinden de emin değildi zaten. Eğer bu, görevine bağlı olacağı ve mevzuattan zerre kadar sapmayacağı anlamına geliyorsa bunu istemiyordu. Lennart Kollberg’in uzun zaman önce ettiği bir laf geldi aklına: “Etrafta bir sürü iyi polis dolaşıyor. İyi polis olmuş aptal adamlar. Esnek değiller, kıtlar, sertler, hâllerinden memnunlar ve şuna bak ki hepsi de iyi polisler. Aslında içlerinde polis olan birkaç tane daha iyi adam olsaydı daha iyi olurdu.”
Annesi onunla dışarı kadar geldi, birlikte biraz parkta dolaştılar. Çamurumsu kar yürümeyi güçleştiriyordu ve buz gibi esen rüzgâr, yüksek ağaçların çıplak dallarını çıngırak gibi sallıyordu. On dakika dolaştıktan sonra Martin Beck annesini ön kapıya kadar götürüp yanağından öptü. Arkasını dönüp bayır aşağı inmeye başlarken annesinin girişte durup ona el salladığını gördü. Küçücük kalmıştı, çökmüştü ve griydi.
Martin Beck metroyla Västberga Allé’deki Güney polis merkezine geri döndü.
Ofisine giderken Kollberg’in odasına şöyle bir baktı. Kollberg, Martin Beck’in hem yardımcısı hem en yakın arkadaşıydı ve hem de komiserdi. Oda boştu. Martin Beck kol saatine baktı. Saat bir buçuktu. Günlerden perşembeydi. Kollberg’in nerede olduğunu çakmak büyük bir yetenek gerektirmiyordu. Martin Beck kısa bir an için orada ona katılıp bezelye çorbası içmeyi aklından geçirdi ama sonra midesini düşünüp vazgeçti. Annesinin ısrarla içirdiği bir sürü kahveden zaten rahatsız olmuştu.
Not defterinde, o sabah intihar eden adamla ilgili kısa bir not duruyordu.
Adamın adı Ernst Sigurd Karlsson’du ve kırk altı yaşındaydı. Evli değildi, en yakın akrabası Boras’ta yaşayan yaşlı teyzesiydi. Pazartesi gününden beri sigorta şirketindeki işine gitmemişti. Gripti. İş yerindeki arkadaşlarına göre yalnız bir tipti ve bildikleri kadarıyla yakın arkadaşı yoktu. Komşuları onun sessiz sakin, baş ağrıtmayan biri olduğunu, belli zamanlarda evine girip çıktığını ve nadiren ziyaretçisi olduğunu söylemişti. El yazısı üstünde yapılan testlere bakılırsa, telefonun yanındaki deftere Martin Beck’in adını o yazmıştı. İntihar etmiş olduğu da ayan beyan ortadaydı.
Dosya hakkında söylenecek başka bir şey yoktu. Ernst Sigurd Karlsson kendi hayatına son vermişti ve İsveç’te intihar suç sayılmadığından polisin yapacağı pek bir iş yoktu. Bütün soruların cevabı vardı işte. Bir soru hariç. O raporu yazan kimse, o da aynı soruyu sormuştu: Başkomiser Beck’in bu bahsi geçen adamla herhangi bir ilişkisi var mıydı ya da Martin’in durumla ilgili eklemek istediği bir şey olabilir miydi?
Martin Beck’in ekleyeceği bir şey yoktu.
Ernst Sigurd Karlsson diye birini hayatında hiç duymamıştı.
2
Gunvald Larsson, Kungsholms Caddesi’ndeki polis merkezindeki ofisinden çıktığında saat gece on buçuktu ve kahraman olma gibi bir planı yoktu. Ne de olsa Bollmora’daki evine gitmek, duş almak, pijamalarını giyip, yatıp uyumak ahım şahım bir olay değildi. Gunvald Larsson keyifle pijamalarını düşündü. Pijamaları yeniydi, daha yeni satın almıştı ve iş arkadaşlarının çoğu, kaça patladığını duysa kulaklarına inanamazdı. Gunvald Larsson eve dönerken beş dakikasını bile almayacak küçük bir görevi yerine getirecekti. Pijamalarını düşüne düşüne Bulgar işi koyun postu ceketine büründü, ışığı söndürdü, kapıyı arkasından kapatıp oradan çıktı. Ahı gitmiş vahı kalmış asansör her zamanki gibi tutukluk yapmıştı, hareket etmeye ikna edilmesi için Gunvald Larsson ayaklarını iki kere sertçe yere vurdu. İri bir adamdı Gunvald, ayakkabısız bir doksan beşti, yaklaşık yüz kiloydu ve ayaklarını bir vurdu mu fark edilirdi.
Dışarısı soğuk ve rüzgârlıydı, kuru kar tanecikleri havada uçuşuyordu. Gunvald Larsson arabasına birkaç adımda ulaştı yani hava durumunu dert etmesine pek gerek kalmadı.
Vaster Köprüsü’nden geçti, ilgisizce şöyle bir sol tarafa baktı. Belediye binasını gördü, kulenin en üstündeki minik kubbenin altın rengi üç tacına sarı ışık vurmuştu ve binlerce, binlerce başka minik ışık yanıyordu. Köprüden çıkınca dümdüz Hornsplan’a devam etti, sola Horns Caddesi’ne döndü ve sonra da Zinkensdamm metro istasyonundan sağa saptı. Ringvägen boyunca güney yönünde beş yüz metre kadar gitti gitmedi, frene bastı.
Hâlâ Stockholm merkezde olmasına rağmen neredeyse hiç bina kalmamıştı. Sokağın güney tarafında Tantolunden’de, tepelerle dolu bir park vardı, genişçeydi ve doğu tarafına doğru kayalık bir uzantı, bir otopark ve benzinci yer alıyordu. Buranın adı Sköld Caddesi’ydi. Aslında bir cadde bile sayılmazdı, bir parça yoldu. Anlaşılmaz bir sebepten ötürü, şehir planlamacılar büyük bir hevesle şehrin bu bölgesini diğer bölgeler gibi yerle bir ettiği, özgün değerini yok ettiği ve özel karakterini sildiğinden beri bu yol el değmeden duruyordu.
Sköld Caddesi yılankavi bir yoldu, üç yüz metreden kısaydı. Ringvägen’i Rosenlunds Caddesi ile birleştiriyordu ve en çok birkaç taksi şoförü ya da arada bir kaybolmuş polis arabaları bu yolu kullanıyordu. Yaz mevsiminde, lüks yol kenarı bitkileriyle bir nevi vahaydı. Bölgenin yaşı geçkin mutsuz çocukları, Ringvägen’deki yoğun trafiğe ve elli metre ileride gümbür gümbür giden trenlere rağmen şarap şişeleri, biraz sosis ve yağlı iskambil kâğıtlarıyla kimse tarafından rahatsız edilmeden bu büyümüş bitkiler arasında takılabiliyordu.
Bu bahsettiğimiz gecede, 7 Mart 1968’de ise bir adam, yolun güney kısmında çıplak kalmış çalıların arasında donmuş duruyordu. Olması gerektiği gibi uyanık değildi ve dikkatini sokaktaki tek eve, iki katlı eski bir ahşap binaya doğru kısmen yöneltmişti. Kısa süre önce, ikinci kattaki iki pencerede ışık yanıyordu ve müzik sesleri, bağırış çağırışlar, kahkahalar duyuluyordu ancak şimdi evin bütün ışıkları sönmüştü ve tek duyulabilen rüzgârın uğultusu ve uzaklardaki trafiğin gürültüsüydü. Çalıların arasındaki adam orada kendi isteğiyle durmuyordu. Adam polisti ve adı Zachrisson’du, o sırada başka bir yerde olmayı canı gönülden diliyordu.
Gunvald Larsson arabasından indi, paltosunun yakasını kaldırıp kürk beresini kulaklarına indirdi. Sonra geniş yolda yürüdü, benzinciyi geçti, çamurlu karın içinde ayak sürüdü. Karayolu yetkilileri belli ki bu işe yaramaz yol parçasını tuzlamaya değer bulmamıştı. Ev yaklaşık yetmiş beş metre ötedeydi, yoldan azıcık yüksekti ve keskin bir açıyla yola dikeydi. Gunvald Larsson evin önünde durup etrafına bakındı ve sessizce konuştu:
“Zachrisson?”
Çalılardaki adam silkinip ona