Kayıp İtfaiye Arabası. Пер Валё
beraber yandı, bütün itfaiyeciler de dışarıda durup seyretti. Nerede olduğunu hatırlamıyorum.”
“Eh, hiç öyle olmamıştı. Olay Uddevalla’da meydana gelmişti,” dedi Melander. “Tamı tamına ayın onunda…”
“Ah, çocukluk anılarımı rahat bıraksaydın bari,” dedi Kollberg sinirle.
“Yangını nasıl açıklıyorlar o hâlde?” diye sordu Martin Beck.
“Bir şey açıkladıkları yok,” dedi Melander. “Teknik soruşturmadan çıkacak sonuçları bekliyorlar. Tıpkı bizim gibi.”
Kollberg ümitsizliğe kapılarak etrafına baktı.
“Kahretsin ya, amma soğuk,” dedi tekrar. “Burası açık bir mezar gibi kokuyor.”
“Açık bir mezar zaten,” dedi Melander ciddiyetle.
“Hadi gel, gidelim,” dedi Kollberg, Martin Beck’e.
“Nereye?”
“Eve. Burada ne yapıyoruz ki zaten?”
Beş dakika sonra, arabada oturmuş güneye doğru yol alıyorlardı. “O gerzek gerçekten Malm’ı neden takip ettiğinden bihaber miymiş?” diye sordu Kollberg, Skanstull Köprüsü’nden geçerlerken.
“Gunvald’ı mı kastediyorsun?”
“Evet, başka kimi olacak?”
“Bildiğini sanmıyorum. Ama böyle şeyler belli olmaz.”
“Bay Larsson’a zekâ küpü diyemeyiz…”
“Eylem adamı işte,” dedi Martin Beck. “Onun da iyi olduğu noktalar var.”
“Evet, tabii ama neyin peşinde olduğu hakkında hiçbir fikri olmaması da tuhaf.”
“Bir adamı takip ettiğini biliyordu ve bu ona yetiyordu.”
“Emir nasıl gelmişti?”
“Gayet basit. Göran Malm denen bu adamın Cinayet Masası’yla alakası yoktu. Onu başka birisi yakalayıp bir şeyden dolayı tutuyormuş. Onu gözaltında tutmaya çalışmışlar ama olmamış. Böylece salmışlar ama ortadan kaybolmasını istememişler. İşleri başından aşkın olduğu için Hammar’dan yardım istemişler. O da Gunvald’dan, ekstra bir iş olarak takip etmesini istemiş.”
“Neden sırf ondan?”
“Stenström öldüğünden beri, Gunvald o konuda en iyi kişi olarak görülüyor. Her neyse, sonunda dahiyane bir fikir olduğu görüldü.”
“Hangi anlamda?”
“Şu anlamda, sekiz kişinin hayatı kurtuldu. Sence o ölüm kapanından Rönn kaç kişiyi kurtarabilirdi? Ya da Melander?”
“Kesinlikle haklısın,” dedi Kollberg ağır ağır. “Belki de Rönn’den özür dilemeliyim.”
“Bence dilemelisin.”
Güneye doğru giden arabalar şimdi çok ağır ilerliyordu. Bir süre sonra Kollberg şöyle dedi:
“Adamın takip edilmesini isteyen kimdi?”
“Bilmiyorum. Hırsızlık masası sanırım. Yılda üç yüz bin hırsızlık ve soygun vakasıyla ya da her neyle uğraşıyorlarsa aşağı yemeğe inmeye bile zor vakit buluyorlar. Pazartesi bütün ayrıntıları öğrenmeliyiz. Orası kolay.”
Kollberg başıyla onayladı ve arabanın bir on metre daha sürünmesini izledi. Sonra yine durdular.
“Sanırım Hammar haklı,” dedi. “Gayet sıradan bir yangındı.”
“Eh, şüphe uyandıracak derecede hızlı yanıp kül oldu ama,” dedi Martin Beck. “Ve Gunvald dedi ya…”
“Gunvald salağın teki,” dedi Kollberg. “Hep bir şeyleri kafasından uyduruyor. Birçok doğal açıklaması olabilir.”
“Örneğin?”
“Örneğin bir nevi patlama. Oradakilerin bazıları hırsızdı ve evde yüksek patlayıcılar barındırıyorlardı. Ya da gardıroplarında bidonlarca benzin vardı. Ya da mazot. Şu Malm denen herif, serbest bıraktıklarına göre, büyük bir balık değildi herhâlde. Birisinin ondan kurtulmak için on bir kişinin hayatını riske atacak olması bana manyaklık gibi geliyor.”
“Eğer kundaklamaysa, o zaman Malm’ın peşinde olduklarını gösteren hiçbir işaret yok,” dedi Martin Beck.
“Hayır. Doğru,” dedi Kollberg. “İyi günümde değilim, değil mi?”
“Pek sayılmaz,” dedi Martin Beck.
“Ah, iyi, pazartesi günü anlarız.”
Bununla beraber sohbetleri sona erdi.
Martin Beck, Skärmarbrink’te inip metroya bindi. Hangisinden daha çok nefret ettiğini düşünüyordu: Aşırı kalabalık metrodan mı, yoksa trafikte salyangoz hızıyla sürünmekten mi? Fakat metroyla gitmenin bir artısı vardı. Daha hızlıydı. Hoş, eve koşması için bir sebep yoktu.
Fakat Lennart Kollberg’in bir sebebi vardı. Palander Caddesi’nde oturuyordu. Gun adında bir eşi, altı aylık bir kızı vardı. Karısı oturma odasında yüz üstü halıya uzanmış, bir tür açıköğretime çalışıyordu. Ağzında sarı bir kalem vardı ve açık duran kâğıtların yanında kırmızı bir silgi duruyordu. Üstünde eski bir pijama üstü, bacaklarını tembel tembel sallıyordu. İri kahverengi gözleriyle Kollberg’e bakıp, “Tanrım, bu ne hâl böyle,” dedi.
Kollberg paltosunu çıkarıp bir sandalyeye attı.
“Bodil yattı mı?”
Karısı başıyla onayladı.
“Berbat bir gündü,” dedi Kollberg. “Herkes üstüme geldi. Önce Rönn, düşünsene, sonra da Maria’da embesil iki polis memuru.”
Karısının gözleri ışıldadı.
“Ve senin hiç payın yok yani?”
“Neyse, pazartesi gününe kadar izindeyim.”
“Seni yormayacağım,” dedi karısı. “Ne yapmak istersin?”
“Dışarı çıkıp şöyle okkalı bir yemek yemek ve beş kadeh devirmek istiyorum.”
“Paramız yeter mi?”
“Evet. Aman ya, daha ayın sekizi: Bakıcı ayarlayabilir miyiz?”
“Herhâlde Åsa gelir.”
Åsa Torell henüz yirmi üç yaşında olmasına rağmen dul kalmıştı. Kollberg’in iş arkadaşlarından Åke Stenström denen bir polisle birlikte yaşıyordu ve genç adam, dört ay önce bir otobüste vurularak hayatını kaybetmişti.
Yerde yatan kadın gür kara kirpiklerini indirip enerjik bir havayla kâğıtlara dokundu.
“Bir seçenek daha var,” dedi. “Yatağa gidebiliriz. Daha ucuz ve daha iyi.”
“Hummer Vanderbilt de hiç fena değil,” dedi Kollberg.
“Yemeği aşktan daha çok düşünüyorsun,” diye sızlandı karısı. “Üstelik daha iki yıldır evliyiz.”
“Hiç de değil. Her neyse, benim daha iyi bir fikrim var,” dedi. “Hadi önce gidip yiyelim ve beş duble içelim, sonra da yatağa gidelim. Åsa’yı şimdi ara.” Telefonun yedi metrelik uzatma kablosu vardı ve zaten yerde duruyordu. Gun elini uzatıp cihazı önüne çekti, numarayı tuşladı ve karşı taraf açtı.
Gun konuşurken sırtüstü döndü, dizlerini göğsüne çekti ve ayaklarının tabanını halıya bastırdı. Pijama üstü biraz yukarı sıyrıldı.
Kollberg