Beşinci Kadın. Хеннинг Манкелль
kaynaklanıyor olabilir miydi? İçinde yüreğini daraltan bir sıkıntı vardı.
Bir kez daha durup arkasını döndü. Hiç kimse yoktu. Yalnızdı. Yol önce aşağı gidiyor sonra da hafifçe yukarıya tırmanıyordu. Yokuşun başına gelmeden büyükçe bir hendek vardı. Hendeğin üstüne tahta bir köprü yaptırtmıştı. Yokuş kuleye uzanıyordu. Bu yolda kim bilir kaç kez yürüdüm, diye geçirdi içinden. Attığı her adımı artık ezbere biliyordu. Yine de dikkatle yürüyordu. Düşüp bir yerini kırmak istemiyordu. Yaşlıların kemiklerinin ne denli kolay kırıldığını biliyordu. Kalçası kırılır da hastaneye kaldırılırsa mutlaka orada ölürdü. Yaşamı için endişelenmeye başladığını hissetti.
Bir baykuş sesi duydu. Yakınlarda bir yerde bir dal hafifçe kıpırdadı. Ses kulenin bulunduğu taraftan gelmişti. Kaskatı kesilerek durdu. Baykuş bir kez daha öttü. Sonra ortalığı derin bir sessizlik kapladı. İçinden küfrederek yola devam etti.
Hem yaşlı hem de korkaksın, diye mırıldandı. Hayaletlerden, karanlıktan korkuyorsun. Artık kuleyi görebiliyordu. Karanlık gökyüzüne doğru uzanan siyah bir gölge gibiydi. Yirmi metre sonra orada olacaktı. Yürümeyi sürdürdü. Baykuş gitmişti. Alaca baykuş, diye geçirdi içinden. Kesinlikle alaca olmalı.
Birden durdu. Köprünün başına gelmişti.
Tepedeki kulede garip bir şey vardı. Farklı bir şey. Karanlıkta ayrıntıları görebilmek için gözlerini kıstı. Ne olduğunu çıkaramamıştı ama farklı bir şey olduğu kesindi.
Düş görüyorum, dedi kendi kendine. Her şey eskisi gibi. Değişen bir şey yok. On yıl önce yaptırttığım kule değişmedi. Değişen gözlerim. Artık eskisi kadar iyi göremiyorum. Bir adım daha attı. Bir adım daha. Gözlerini kuleden ayırmıyordu.
Yanlış giden bir şey var, diye geçirdi içinden. Dün geceye oranla bir metre daha yüksek olduğuna yemin edebilirim ya da hepsi bir rüya ve ben kulede dikilmiş kendime bakıyorum.
Bu düşünce aklına geldiği an, bunun doğru olduğundan şüphesi yoktu. Kulede biri vardı. Kıpırdamadan duran biri. Bir rüzgâr esintisi gibi korku tüm bedenini sarmıştı. Ardından hemen öfkelendi. Biri izin almadan arazisine girip kulesine çıkmıştı. Büyük olasılıkla yamacın diğer tarafında yaşayan geyik avcılarından biri olmalıydı bu. Kuşları izleyen biri olması olası değildi.
Kuledeki gölgeye seslendi ama gölgeden ne bir yanıt geldi ne de herhangi bir kıpırtı oldu. Bir kez daha kendinden kuşku duydu. Gözleri onu yanıltmış olabilirdi. Artık eskisi kadar iyi görmüyordu.
Bir daha seslendi. Karşılık gelmedi. Yoluna devam etti.
Tahta köprüde yürürken birden adımını boşa attı ve kafa üstü hendeğe düştüğü. Hendek iki metreden daha derindi.
Tüm bedeni ağrıyordu. Sanki biri bedenini bıçaklıyormuşçasına ağrı içindeydi. Ağrı o denli yoğundu ki bağıramıyordu. Ölmeden hemen önce hendeğin dibinde olmadığını fark etti.
Son düşüncesi, çok yükseklerde bir yerde, az sonra geçecek olan göçmen kuşlardı. Gökyüzü güneye doğru hareket ediyordu.
Bir kez daha kendini toparlamaya çalıştı. Sonra her şey sona erdi.
21 Eylül 1994 gecesi saat 23.20’ydi. O gece kırmızı kanatlı karatavuklarla ardıç kuşları güneye doğru uçmuştu.
Kuzeyden gelmiş, Falsterbo’dan yola koyularak daha sıcak iklimlere doğru kanat çırpmaya başlamıştı.
Ortalık yeniden eski sessizliğine kavuşunca dikkatle kulenin basamaklarını indi. El feneriyle hendeğe baktı. Holger Eriksson ölmüştü. Feneri kapattı, karanlığın içinde kıpırdamadan bir süre durdu. Sonra da sessizce oradan uzaklaştı.
2
26 Eylül Pazartesi sabahı Kurt Wallander, Ystad’ın merkezindeki Maria Caddesi’ndeki evinde saat beşte uyandı.
Gözlerini açar açmaz ilk iş olarak ellerine baktı. Güneşten yanmış ellerine bakarak gülümsedi. Bir süre sırtüstü yatıp dışarıda yağan yağmurun sesini dinledi. İki gün önce Kopenhag’ın Kastrup Havaalanı’nda biten yolculuğunu keyifle düşündü. Babasıyla Roma’da tam bir hafta kalmıştı. Orada hava çok güzel ve sıcaktı. Öğleden sonraları genellikle babasının gölgede oturabilmesi ve kendisinin de gömleğini çıkarıp güneşlenebilmesi için Villa Borghese bahçelerine gitmişlerdi. Yolculuklarında anlaşamadıkları tek nokta bu olmuştu. Babası insanın yanmak için güneş altında kan ter içinde nasıl oturabildiğini anlamakta güçlük çekiyordu.
Wallander yatağında uzanırken çok güzel bir yolculuk oldu, diye geçirdi içinden. Babamla birlikte Roma’ya gittik ve her şey yolunda gitti. Hem de düşündüğümden de iyiydi.
Saatine baktı. O gün işbaşı yapması gerekiyordu ama acelesi yoktu. Bir süre daha yatabilirdi. Bir gece önce şöyle bir göz gezdirdiği gazeteleri alıp parlamento seçimlerinin sonuçlarına ilişkin yazıyı okumaya koyuldu. Seçim günü Roma’da olduğundan oyunu elçilikte kullanmıştı. Sosyal Demokratlar oyların yüzde kırk beşini almıştı ama bu acaba bir işe yarayabilecek miydi? Olumlu değişiklikler söz konusu olabilecek miydi?
Gazeteyi yere fırlatarak yeniden Roma’yı düşünmeye koyuldu. Campo dei Fiori civarındaki ucuz bir otelde kalmışlardı. Otelin çatı katındaki terastan kent olağanüstü görünüyordu. Her sabah kahvelerini içerken o gün ne yapacaklarını planlıyorlardı. Babası nereleri görmek istediğini çok iyi biliyordu. Wallander babasının kendisini aşırı yormasını istemiyordu. Sürekli babasını izliyor ve yorgunluk belirtileri olup olmadığını anlamaya çalışıyordu. Her ikisi adı kadar kendisi de garip olan Alzheimer hastalığının varlığını unutmamıştı. Ne var ki bir hafta boyunca bu hastalığın belirtileri hiçbir şekilde babasında ortaya çıkmamıştı. Babası çok mutluydu. Wallander artık bu yolculuğun geçmişin bir parçası, gülümseyerek anımsanacak bir hatıra olduğunu fark edince buruk bir şekilde kendi kendine gülümsedi. Bir daha asla birlikte Roma’ya gidemeyeceklerdi.
Roma’da neredeyse kırk yıldan beri ilk kez baba oğul olarak yakınlaşmışlardı. Bu yakınlaşmaları sırasında Wallander aslında babasına ne denli benzediğini fark etmişti. İkisi de kesinlikle gündüz insanıydı. Babasına otelde kahvaltının saat yedide başladığını söylediğinde babası ânında öfkelenmişti. Oğlunu kolundan sürükleyerek resepsiyona gitmiş ve bir iki İngilizce sözcüğün arasına Skåne aksanıyla serpiştirdiği Almanca ve İtalyanca sözcüklerle derdini anlatmayı başarmış, kahvaltısını tardi değil presto istediğini belirtmişti. Kesinlikle tardi değil. Resepsiyon görevlisine birkaç kez passaggio a livello diyerek kahvaltısını saat altıda istediğini belirttikten sonra eğer otel yönetimi bunu kabul etmezse başka bir otele gideceklerini söylemişti. Passaggio a livello, demişti babası ve resepsiyon görevlisi ona şaşkınlıkla ama fark edilir bir saygıyla bakmıştı.
Babasının bu davranışından sonra kahvaltılarını saat altıda yapmışlardı. Wallander daha sonra sözlükten passaggio a Iivello’nun ne anlama geldiğine bakmış ve hemzemin geçit olduğunu görmüştü. Babasının bu sözlerle aslında başka bir şeyler söylemeye çalıştığını varsaymış ama kurcalamamaya karar vermişti.
Wallander yağmuru dinledi. Geriye dönüp baktığında kısacık Roma gezisi sonsuz ve şaşırtıcı bir deneyim gibi görünüyordu. Sabah kahvaltısını altıda yapmak babasının tek saplantısı değildi. Büyük bir özgüven içerisinde oğluna kenti gezdirmişti. Wallander babasının bu yolculuğa yıllardan beri çıkmak istediğini biliyordu. Bu, Wallander’in katılmasına izin verilen kutsal bir yolculuktu. Wallander, babasının bu yolculuğunda gerek duyduğu