Beşinci Kadın. Хеннинг Манкелль
baktı.
“Çiçekçiye hırsız mı girmiş? Peki, ne çalınmış, lale soğanı mı?”
“Bildiğimiz kadarıyla çalınan bir şey yok,” dedi Svedberg kel kafasını kaşıyarak.
Tam o anda da kapı açıldı ve Ann-Britt Höglund telaşla içeri girdi. Kocası sürekli yurt dışında olduğundan genç kadın genellikle iki çocuğuyla yalnız yaşamak zorunda kalıyordu. Sabahları her zaman gürültülü patırtılı geçtiğinden sabah toplantılarına çoğunlukla geç kalırdı. Ystad emniyetinde bir yıldan beri çalışıyordu ve polislerin en genciydi. İlk günlerde Svedberg ve Hansson gibi eski polisler aralarına bir kadının girmesinden hiç hoşlanmamışlardı ama Wallander kısa zamanda genç kadının ne denli hevesli olduğunu görünce hemen onun yanında yer almıştı. Artık en azından Wallander’in yanında kimse, genç kadının yine geç kaldığından şikâyet etmiyordu. Genç kadın yerine oturup neşeyle Wallander’i selamladı.
“Çiçekçiden söz ediyorduk,” dedi Hansson. “Kurt’ün bu işle ilgilenmesi gerektiğini düşünüyoruz.”
“Hırsızlar geçen perşembe akşamı dükkâna girmişler,” dedi Höglund. “Dükkân görevlisi cuma sabahı işe geldiğinde dükkâna hırsız girdiğini fark etmiş. Arka pencereden girmişler.”
“Ve hiçbir şey çalmamışlar, öyle mi?” diye sordu Wallander.
“Hiçbir şey.”
Wallander kaşlarını çattı.
“Bu da ne demek oluyor?”
Höglund omuz silkti.
“Bilmiyorum.”
“Yerde kan izleri vardı,” dedi Svedberg. “Ayrıca dükkân sahibi de kent dışındaymış.”
“Garip,” dedi Wallander. “Zaman harcamaya değer mi?”
“Garip olmasına garip,” diye karşılık verdi Höglund. “Ama zaman harcamaya değip değmediğini bilemem.”
Wallander bir an için bu olay sayesinde o sıkıcı oto hırsızlığı soruşturmasını bir süre erteleyebileceğini düşündü. Artık Roma’da olmadığına alışması için kendine hiç olmazsa bir gün süre tanımalıydı.
“Gidip bakarım,” dedi.
“Konuyla ilgili tüm bilgi bende,” dedi Höglund.
Toplantı bitti. Wallander odasına gidip ceketini giydi ve Höglund’la birlikte arabasına atlayarak kent merkezine doğru yola koyuldular. Yağmur hâlâ yağıyordu.
“Yolculuğun nasıl geçti?”
“Sistina Şapeli’ne gittim,” diye karşılık verdi Wallander, gözlerini yoldan ayırmayarak. “Babam da tüm bir hafta boyunca son derece mutlu ve neşeliydi.”
“İyi geçtiği anlaşılıyor.”
“İşler nasıl?”
“Bir hafta içinde hiçbir şey değişmedi. Her şey eskisi gibi, aynı.”
“Peki, yeni müdürümüz nasıl?”
“Önerilen kısıntıları görüşmek için Stockholm’e gitti. Bence çok iyi. En azından Björk kadar iyi diyebilirim.”
Wallander genç kadına bir bakış fırlattı.
“Ondan hoşlandığını bilmiyordum.”
“Björk elinden geleni yaptı. Daha ne yapabilirdi ki?”
“Hiçbir şey,” dedi Wallander. “Hiçbir şey.”
Pottmakargränd’ın köşesindeki Västra Vall Caddesi’nde durdular. Dükkânın adı Cymbia’ydı. Tabelası rüzgârda sallanıyordu. Arabadan inmediler. Höglund, Wallander’e bir poşet dolusu evrak uzattı. Höglund’un anlattıklarını dinlerken bir yandan da evraklara bakıyordu.
“Dükkân sahibinin adı Gösta Runfeldt. Yardımcısı cuma sabahı dokuz civarında dükkâna gelmiş. Dükkânın arka penceresinin kırık olduğunu görmüş. Hem içeride hem de dışarıda yerde cam kırıklarıyla kan izleri varmış. Hırsız hiçbir şey çalmamış. Zaten dükkânda akşamları hiçbir zaman para bırakmazlarmış. Kadın hemen polise haber vermiş. On civarında buraya geldim. Her şey kadının telefonda anlattığı gibiydi. Kırık cam. Yerde kan izleri. Hiçbir şey çalınmamış.”
Wallander bir an düşündü.
“Bir çiçek bile mi çalmamış?” diye sordu.
“Yardımcı hanım çalınmadığını söyledi.”
“Her vazoda kaç adet çiçek olduğu tam olarak bilinebilir mi?
Evrakı geri verdi.
“Dükkân açık. Kadına sorabiliriz,” dedi Höglund.
Wallander dükkânın kapısını açarken kapının üstündeki zil çıngırdadı. Dükkânın kokusu ona Roma’daki bahçeleri anımsatmıştı. İçeride müşteri yoktu. Orta yaşlı bir kadın arka odadan çıktı. Onları görünce başıyla selamladı.
“Arkadaşımı getirdim,” dedi Höglund.
Wallander kadının elini sıkarak kendini tanıttı.
“Gazetelerde sizinle ilgili çıkan haberleri okumuştum,” dedi kadın.
“Umarım kötü bir şey okumamışsınızdır,” dedi Wallander gülümseyerek.
“Ah hayır,” diye karşılık verdi kadın. “Hepsi de çok olumlu yazılardı.”
Wallander, Höglund’un verdiği evraktan kadının adının Vanja Andersson ve 53 yaşında olduğunu öğrenmişti.
Wallander ağır adımlarla dükkânda dolaşmaya başladı. Attığı her adıma dikkat ediyordu. Çiçek kokuları anılarını canlandırmıştı. Tezgâhın arkasına geçti ve üst bölümü cam olan arka kapının önünde durdu. Camın macunu yeniydi. Hırsız işte buradan içeriye girmişti. Wallander plastik örtü serili zemine baktı.
“Kan izleri burada mıydı?” diye sordu.
“Hayır,” diye karşılık verdi Höglund. “Arka taraftaki depodaydı.”
Wallander şaşkınlıkla kaşlarını kaldırdı. Sonra çiçeklerin arasından geçerek Höglund’un arkasından gitti. Höglund odanın ortasında durdu.
“Burada,” dedi. “Tam burada.”
“Pencerenin yanında yok muydu?”
“Hayır. Şimdi neden garip dediğimizi anlıyor musun? Neden pencerenin kenarında değil de yalnızca burada kan izi var? Eğer camı kıran kişinin kendini yaraladığını düşünüyorsak tabii.”
“Başka kim olabilir?” diye sordu Wallander.
“Evet. Başka kim olabilir?”
Wallander olanları gözünün önünde canlandırmaya çalışarak yeniden dükkânı dolaştı. Biri arka camı kırmış ve içeri girmişti. Arka odanın ortasında yerde kan izleri vardı. Hiçbir şey çalınmamıştı.
Suç bir deli tarafından işlenmediği sürece her suçta bir neden ya da bir plan mutlaka vardır. Bu gerçeği yılların deneyiminden biliyordu ama bir çiçekçiye girip hiçbir şey çalmayan biri ne tür bir insandı? Mantıklı gelmiyordu.
“Bu kan dediğiniz herhâlde bir iki damlaydı, değil mi?” diye sordu.
Höglund’un başını hayır dercesine salladığını gördüğünde şaşırdı.
“Söz konusu küçük bir kan gölüydü,” dedi. “Birkaç damla değil.”
Wallander