İstanbul'un tarihi, kültürü ve yaşamı. Richard Tillinghast
İstanbul’un yedi tepesinden birinin üzerinde bulunan kutsal havarilerin bölgesini seçti. Kutsal havarilerin kilisesi yıkıldı; malzemeleri de caminin yapımında kullanıldı. Fatih’in camisi 18. yüzyılda meydana gelen bir deprem sırasında tahrip oldu. Şimdi yerinde duran cami de o tarihte yapılmıştır. Bizans kraliyet ailesinin bir kısmının kemiklerinin bulunduğu somaki mermerinden lahitleri Arkeoloji Müzesi’nin arazisinde görebilirsiniz. Bir keresinde bunlardan birinin klima ünitesini saklamak için kullanıldığını görmüştüm.
7
Jüstinyen ve Theodora: İmparatorluk Döneminin Konstantinopolis’inde Bir Gezinti
Hagia Sophia Kilisesi, görünen o ki Konstantinopolis’in kutsal merkeziydi; ancak şehrin halka açık merkezi “Hipodrom”, yani Türkçedeki adıyla “At Meydanı” idi. Genişliği 130 metre, uzunluğu 450 metre olan Hipodrom, en parlak döneminde 40 sıralık ve 100 bin kişilik oturma kapasitesine sahipti. Adından anlaşılacağı üzere burada at yarışları yapılıyordu ve Konstantinopolis’in ilk sakinleri spora, özellikle de at yarışına deli oluyorlardı. Hipodrom ayrıca halka açık gösterilerin gerçekleştirildiği bir yerdi. Konstantinopolis halkı oldukça mücadeleciydi. MS 532’de gerçekleşen Nika İsyanı; Yeşiller, Maviler, Kırmızılar ve Beyazlar adlarını taşıyan tüccar loncaları arasındaki çekişmeye tanık oldu. Ayaklanma sırasında İmparatorluk Sarayı ve Ayasofya büyük çapta zarara uğradı ve Büyük Jüstinyen tahttan indirilme noktasına kadar geldi. Jüstinyen afalladı; fakat sert bir mizaca sahip eşi Theodora, Jüstinyen’i dirençli olması için ikna etti. İlerleyen sayfalarda göreceğiniz gibi Prokopius, zaman zaman Theodora’nın aleyhinde bir tavır içinde olsa da, bu sefer onu kahramanca takdim ediyor:
Güne doğan her erkek er ya da geç ölecektir [dedi Theodora]; peki bir imparator kaçak olmaya nasıl razı olabilir? Ben şahsen ne kendi rızamla imparatorluk pelerinimi çıkarmak ne de bu ünvanla çağırılmadığım günü görmek isterim. Eğer siz efendim, paçanızı kurtarmak istiyorsanız bu konuda hiçbir sıkıntı yaşamayacaksınız. Zenginiz, işte deniz burada, gemilerimiz de. Öncelikle şunu idrak edin ki eğer güvenliğiniz sağlanırsa ölümü tercih etmediğiniz için pişmanlık duymayacaksınız. Ben şahsen eski bir sözden yanayım: Mor, asaletin kefenidir.
Jüstinyen kuvvetlerini tanzim etti ve gücünü yeniden elde etmek için harekete geçti. İsyancıları ele geçirmeyi kararlılıkla aklına koymuştu. Birliklerine, içinde insanlar olduğu halde hipodromun kapılarını kapatmalarını emretti. Arkasından gelen toplu bir katliamdı. Jüstinyen’in emriyle 300 binden fazla insan kıyıma uğradı.
İmparator Jüstinyen, Trakya’nın Roma eyaleti Balkanlarda doğdu. Anadili muhtemelen ilk milenyumun sonundan oldukça önceki bir zamanda unutulan Trakya diliydi. Kendisinden önce imparator olan amcası ve hamisi Jüstin, Trakya köylülerindendi ve muhtemelen okuma yazma bilmiyordu. Jüstin’in üzerinde “onu okudum” anlamındaki “LEGI” ibaresi kazınmış ahşap bir mührü vardı. Kelimenin üzerinden mor mürekkeple geçiyordu ve yalnızca imparatorun mor rengi kullanma hakkı olduğu için herhangi bir dökümanda görüldüğünde kimin onayından geçtiği açıkça belli oluyordu. Ölmekte olan klasik Yunan kültürünün varlığını sürdüren ustalığıyla yapılabilen, eski Roma İmparatorluğu’nun uzak bir eyaletindeki Balkan köylü hayatının çamur ve samanından pek de uzak olmayan bir imparatorun açıkgözlülüğü, derin ihtirası ve servetiyle desteklenen Ayasofya Kilisesi, yalnızca beş yılda tamamlandı ve 26 Aralık 537’de kutsandı.
Jüstinyen’in köylü geçmişine rağmen bu güçlü imparatorluğun başına geçmiş olması kadar İmparatoriçe Theodora’nın soyu da şaşırtıcıdır. Theodora, çocuklarınızın annesi olmasını isteyeceğiniz tarzda bir kız değildi. İmparatoriçelerden çok azı ayı bakıcısı bir babaya ya da sirkte akrobat bir anneye sahip olmasıyla gurur duyabilirdi. Lakin Theodora’nın ebeveynleri böyleydi işte. 6. yüzyıl tarihçilerinden Bizanslı Prokopius’un resmi tarih kayıtlarından çıkarmak zorunda kaldığı tüm sıradışılıkları içeren Bizans’ın Gizli Tarihi kitabındaki Theodora’nın hikâyesi, dünyadan geçmiş bir hükümdarın en küçük düşürücü tasvirlerinden biridir. Theodora’nın ilk zamanlarına ilişkin Bizans’ın Gizli Tarihi kitabından bir paragraf şöyle söyler:
Şimdi bir süredir Theodora bir erkekle yatacak veya bir kadın gibi ilişkiye girecek kadar olgun değildi ama insanlığın döküntülerini tatmin eden -ki onlar köleydiler ve efendilerini tiyatroya kadar takip edip bu tarz yabani deneyimleri yaşama şansı buluyorlardı- bir erkek fahişe gibi davranıyordu. Önemli bir zamanını bedenini bu tarz olağan dışı alışverişlere adadığı bir genelevde geçirdi… Ama olgunluğa erişir erişmez o ortamın kadınları arasına katıldı ve atalarımızın piyade olarak adlandırdığı bir fahişe oldu. Genç kadının bir nebze bile iffeti yoktu ya da hiç bir erkek yüzünün kızardığını dahi görmemişti, bilakis hiç tereddüt etmeden en utanç verici isteklere bile razı olurdu.
Tarihçi John Julius Norwich, Prokopius için “kibirli yaşlı münafık” diyordu; ancak Prokopius’un tüm bunları uydurmuş olduğuna inanmak hayli güç. Doğrusunu söylemek gerekirse birçok açıdan Konstantinopolis’in kutsal bir şehir olmakla beraber çirkin bir yanı da vardı. Yeats’in söylediği gibi Bizans’ın bütün bu kadın ve erkekleri, tüm zamanlarını tanrısal sırların mest edici tefekkürü içinde geçirmiyorlardı elbette.
Jüstinyen, belki de Konstantin’den sonra gelen Bizans imparatorlarının en büyüğüydü. Ayasofya’yı inşa etmenin yanı sıra bir yönetici olarak da yorulmadan çalıştı. Saray memurları ondan söz ederken “uykusuz adam” diyorlardı; bitmez tükenmez enerjisiyle her daim işinin başındaydı. Devlet bürokrasisini yeniden organize etti, rüşvet ve yolsuzluğu ortadan kaldırmaya çalıştı, eyaletlerdeki sivil ve askeri otoriteyi birleştirdi. Belki de en önemli çalışması Jüstinyen Yasaları olarak bilinen bir dizi Roma kanununu ciltler halinde sistematik ve ansiklopedik olarak yazdırmaktı. Vizigotlar ve Vandallar gibi Alman istilacılara kaptırmış oldukları imparatorluk topraklarını tekrar ele geçirmekle ilgili büyük hedefine, Roma’nın geleneksel askeri meziyetlerini bünyesinde toplamış olan General Belisarius’un önderliği sayesinde ulaşıldı. 534 yılında Kuzey Afrika’yı, 20 yıl süren bir savaştan sonra da İtalya’yı yeniden Bizans’ın kontrolüne geçirdi.
Ayasofya’dan hipodroma doğru yürüdüğünüzde, sağ kolda veya başka bir deyişle hipodromun batı kanadında, Muhteşem Süleyman’ın sadrazamı İbrahim Paşa’nın şahsına ait sarayın da içinde bulunduğu Türk ve İslam Eserleri Müzesi vardır. Süleyman’ın en gözde ve sevgili karısı Rus kökenli -daha kesin bir deyişle Rutenya veya Ukraynalı- Roxelana gibi, en yakın arkadaşı İbrahim de, imparatorluğun en kudretli konumuna gelen bir Rum asıllıydı ve Süleyman’ın kız kardeşi Hatice’yle evliydi. Zaman içinde boyundan büyük işlere kalkıştı; Süleyman 13 yıllık sadrazamlığının ardından İbrahim’i öldürttü ve bütün varlığına el koydu. Bugünkü haliyle bile oldukça büyük olan saray, o zamanlar şimdikinin iki katı büyüklüğündeydi. İçinde kilim, kaligrafi, minyatür ve benzerlerinin bulunduğu olağanüstü bir koleksiyon bulunmaktadır. Ayrıca bir kahvehane ve pazarlık yapma konusunda endişeli olanlar için fiyatların sabit tutulduğu bir dükkân vardır.
Hipodrom bugün diğer yerlere ulaşmayı sağlayan bir geçiş yolundan ziyade, kendi içinde küçük bir merkezdir. 19. yüzyıl sonunda inşa edilen İmparator 2. Wilhelm’in emsalsiz çeşmesi, Kuzey Avrupa hantallığı ile Osmanlı mimari biçimlerini örnek alan kıymetli bir yapıdır. Bir Osmanlı mimarı akşam yatmış, sabah da Almanca konuşarak uyanmış gibidir adeta. Bir yanında İbrahim Paşa Sarayı, diğer yanında Sultanahmet Camisi’ne giden batı kapısının önündeki kafeler