İstanbul'un tarihi, kültürü ve yaşamı. Richard Tillinghast
beklemeden tüm insanlığı kurtarmaya gönüllü olduğun için yalnızca senin merhametine ihtiyaçları var.”
Konstantin bir hükümdardı, din adamı değildi ve dinsel anlamda kılı kırk yarmanın yeni kurduğu imparatorlukta nasıl bir ihtilaf yaratacağını çabucak gördü. Hıristiyanların inanması gereken doğru tanımı oluşturmak için harekete geçti. Ortodoksluğun kurulmasıyla birlikte muhalif inançlar sapkınlık olarak kabul edildi. Bunlardan en yıkıcı olanı İskenderiyeli rahip Arius’tan geldi. Aykırı görüşlerin birçoğunda olduğu gibi Arius’un teorisi de İsa’nın yapısıyla ilgiliydi. İnsan mıydı yoksa ilah mı ya da her ikisinden biraz mı? Arius’a göre İsa, Tanrı’nın doğasıyla benzerlik göstermiyordu, çünkü Tanrı gibi ölümsüz değildi. Tanrı tarafından özel bir amaç için yaratılmıştı, dünyanın kurtuluşu için. Ölümsüz olmamasına rağmen mükemmel bir adamdı ve bu sıfatla Tanrı’nın emrindeydi. Bir yandan da kısmen bu tarz sorunlarla baş etmek maksadıyla bizzat başkanlık ettiği kilise konsülünü İznik’te toplantıya çağırdı. Eusebius imparatorun konsül salonuna girişine çok önem vermektedir:
Ve şimdi herkes, imparatorun teşrif ettiğinin işareti verilince ayağa kalktı, imparator değerli taşlar ve altın işlemelerle bezeli mor giysisinin göz kamaştıran yansımalarıyla semavi bir tanrının meleği gibi toplantının ortasından geçerek ilerledi. Oturma yerlerinin başına yaklaştığında önce bir anlığına durdu. (…) Sıraların başına ulaştığında, kendisi için yüksekçe bir yere yerleştirilmiş dövme altın tahta oturmak için piskopos izin verene kadar bekledi. Hazır bulunanlar da ondan sonra aynısını yaptılar.
Konstantin hem asker hem de hükümdardı. Onun da teşvikiyle piskoposlar Aryan doktrinini çürüttüler ve İsa’nın Tanrı (Baba) ile aynı tözden olduğunu ilan ettiler. Bugüne dek toplu dua kitabındaki İznik Amentüsü’nü ezbere bilen Hıristiyanlar bu sebeple şöyle iddia ederler: “Tanrı’nın biricik oğlu tek rab ve ezelde Baba’dan doğmuş Mesih İsa’ya inanıyorum. O Tanrı’dan gelen Tanrı, Nur’dan Nur, Gerçek Tanrı’dan Gerçek Tanrı’dır. Yaratılmış olmayıp, Tanrı (Baba) ile aynı tözdendir.” Tarihçiler arasında tartışma konusu olan sebeplerden dolayı Konstantin ölüm döşeğine kadar vaftiz edilmeyi erteledi. Kendisine kutsal ekmek verildiğinde “Şimdi gerçeğin ta kendisi gibi kutsandığımı biliyorum; şimdi tanrısal ışığın bir parçası olduğuma inanıyorum,” diye haykırdığı söylenir.
Dünyaya neredeyse 1000 yıl hükmetmesini mümkün kılan politik ve askeri hâkimiyeti takdir edebilmek için, Bizans İmparatorluğu’na sanat ve mimari açıdan bakmak iyi olur. Ticaret açısından da aynı derecede önemli bir merkezdi. Yahudi bir tüccar olan Cordoba’dan Tudela’lı Benjamin (Bünyamin) diye birinin 12. yüzyıldaki tasviri, ticaretin tarihe karışmış dünyasını hatırlatıyor:
Envai çeşit tüccar Babil ve Mezopotamya’daki Shinar’dan, İran ve Medea’dan, Mısır’ın tüm krallıklarından, Kenan diyarından, Rus Krallığı’ndan, Macaristan’dan, Peçeneklerin diyarından (Romanya), Hazar’dan (Kafkasya), Lombardiya ve İspanya’dan geliyor. Burası çalkantılı bir şehir; tüm ülkelerden insanlar buraya kara ve denizyoluyla ticaret yapmak için geliyorlar. Bağdat dışında dünyada böyle bir yer yok. Dükkân ve pazarlardan gelen kirayı, kara ve denizyoluyla gelen tüccarlardan alınan vergileri hesaba kattıktan sonra kentin günlük gelirinin 20 bin altın olduğu söyleniyor.
Konstantinopolis’in ihtişamının, gücünün ve görkeminin altında yatan sebepleri anlamak için en eski zamanlardan beri Avrupa ve Asya arasındaki sağlam konumundan nasıl istifade ettiğini bilmek gerekir. Dünyanın sahip olduğu varlığın üçte ikisinin bu muhteşem kentin zapt edilemez duvarları içinde toplandığı söyleniyor. Kervanlar, Konstantinopolis’e Semerkant, Buhara, Maveraünnehir, Horasan ve İran gibi önemli bölgelerden bütün Ortadoğu’yu geçerek kara yoluyla ulaştılar. Bazı durumlarda onların yüklü develeri kente Antakya ve Halep gibi ticaret merkezlerini geçerek geldi. Kuzey steplerinden gelen karların eriyerek taşırdığı Rusya’daki o büyük nehirler Dinyeper ve Don, Moskova ve Kiev krallıklarından Karadeniz’deki Trabzon gibi liman kentlerine kereste ve kürk taşıdılar ve Konstantinopolis kıyıları boyunca sıralanmış limanlar en doğuda Bengal Körfezi ve en kuzeydeki Vikinglerin ülkesi kadar uzak diyarlardan yelken açarak gelen gemilerdeki vergiye tabi yükleri boşaltmakla uğraştılar.
Bilinen dünyadaki hammaddeler -eşine az rastlanır ağaçlar, lüks mallar, değerli taşlar ve metaller- şehrin atölye ve ambarlarına çıkarıldı. İpek ve deri Peşaver’den (şimdiki Pakistan), tütsü Arabistan’dan geldi. Biber, hindistancevizi, karanfil, tarçın ve mücevherat Hindistan ve Çin’den gemiyle getirildi. Afrika’dan köleler, pamuk, mısır, altın, fildişi, kehribar ve abanoz ağacı Kızıldeniz’in yukarısındaki ticaret yolu boyunca İskenderiye’nin Akdeniz’deki limanı üzerinden tedarik edildi. Balık, Kuzey Denizi kadar uzaklardan, yünlü ürünler Brugge’den, bal, kürk, deri ve köleler Doğu Avrupa’dan, keten Mısır’dan, pamuk ise Suriye ve Ermenistan’dan denizyoluyla gemilere yüklenerek geldi.
Konstantinopolis’teki zanaatkârlık, Avrupa ve Yakın Doğu’nun yanına bile yaklaşamayacağı bir seviyeye geldi. Bizans’ın meşhur olduğu tezhip sanatını icra etmek için renklendirici olarak safran, şap, çivit ve tutkal ithal edildi. Usta zanaatkârlar, değerli metalleri işleyen el işçileri, nakkaşlar, taş oymacıları, mozaik işçileri, kâtipler, dokumacılar, kadın terzileri, boyacılar ve düğmeciler Marmara ve Haliç arasında kârlı bir ticaret yaptılar. Ve tabii ki insan gücü sınırsızdı. İmparatorluğun doğu sınırında nüfus yoğunluğu oldukça fazlaydı; başkente iş için yeni insanlar akın etti. Bizans İmparatorluğu da antik dünyadaki Yunanistan ve Roma gibi kölelik sistemi üzerine kurulmuştu.
Ortaçağda Bizans’ın veya o zamanki adıyla Roma İmparatorluğu’nun dünya nezdinde muazzam bir itibarı vardı. İlk yıllarında müttefikliklerini kuvvetlendirmek için evlenmek üzere kızlarını Bizans’a veren önde gelen Venedikli doçlar Bizans İmparatoru’nun verdiği kaftanla yetkilendiriliyorlardı. Tüccarlar gibi Ortodoks manastırları da imparatorluğun din ve kültürünü Küçük Asya’dan Balkanlar üzerinden İtalya’ya, hatta İtalya’nın en uzak noktası Sicilya’ya kadar yaydılar.
Şehirde, sokakların ana hatları onun planladığı gibi kalmış olsa da 1600 yıldır Büyük Konstantin’in adını taşıyan somut kanıtlardan çok azı mevcut. Tam şehrin ortasından geçtiği için Mese adıyla anılan yolun güzergâhı değişmedi. Mese, Yunancada “orta” anlamına geliyor. Osmanlılar ismini “Divan Yolu” olarak değiştirdikleri Mese’yi şehrin ana caddesi olarak korudular, zira burası sultanların devrinde Topkapı Sarayı’ndaki divana çıkıyordu. Ne kadar yoğun olursa olsun Divan Yolu, Sultanahmet’ten başlayıp Kapalıçarşı civarına kadar yol boyunca sıralanan Osmanlılara ait türbe ve mezarlardan dolayı kendine özgü cazibesi olan bir sokak. Sağ kolda eski bir mezarlığın arkasında bulunan Balkan Türklerinin işlettiği çay bahçesinde çay içmek hoşuma gidiyor.
Yakınlarda 19. yüzyılın ilk zamanlarında hüküm sürmüş yenilikçi 2. Mahmut’un türbesi var. Türbeyi çevreleyen mezarlık, Osmanlı padişahlarının aile fertleriyle imparatorluğun son asrındaki 10 yıllık çöküş döneminin saygın kişilerinin harikulade anıt mezarlarına ev sahipliği yapıyor. Ünlü yazarların kabirleri, mermer mürekkep hokkası ve tüylü kalemlerle donatılmış. Bir amiralin gemi şeklindeki kabri göze çarpıyor. Yolun aşağısına doğru, Türklerin “Çemberlitaş” adını verdiği, mermer bir kaide üzerine oturtulmuş, somaki mermerinden 6 adet silindirden oluşan Konstantin sütunu “Yanan Sütun” yakın dönemde temizlenmiş ve onarılmıştı. Çekidüzen verilmiş olmasına rağmen yine de yok olan bir nesnenin geride bıraktığı