İstanbul'un tarihi, kültürü ve yaşamı. Richard Tillinghast
Hindistan’a kadar giden hippi tren yolunun İstanbul ara durağı Sultanahmet’teki Divanyolu Caddesi’nde bulunan Pudding Shop’ın terasında haşhaş içtiğimizi hatırlıyorum. Bir gece geç saatlerde Çemberlitaş’ta bir binanın tuvaletine gittiğimde tavandaki ampulun hızlıca öne arkaya sallandığını fark ettim. Meğerse deprem oluyormuş.
Öğrencilik yıllarımda şehri otobüsle dolaşırdım. Daha sonra ilerleyen yaşımda nasıl olduysa ben de tanıdığım orta sınıf Türklerin yaptığı gibi her yere taksiyle gitmeye başladım. Son seyahatlerimde ise Vikipedi’de “plastik bir köstek üzerindeki elektronik buton” şeklinde tanımlanan akıllı bilet “Akbil” alarak toplu taşımayı yeniden kullanmaya başladım. Böylece ağır ağır yapılan seyahatlerin ucuz olmasının yanında aynı zamanda Beşiktaş vapur iskelesinin hemen ötesindeki kıyı yolundan kuzeye doğru ilerlerken otobüsün penceresinden gözüme takılan “Peri Çıkmazı” gibi çıkmaz sokak levhalarını keşfetmenin tadını çıkaracak kadar boş zamanım olduğunu fark ettim. Akbil, vapur seferlerinde, tramvayda, hafif raylı sistemde ve diğer ulaşım araçlarında çok daha iyi ve kârlı, üstelik akbilinizi şehrin her yerinde kolaylıkla bulabileceğiniz makinelerde de doldurabiliyorsunuz.
Beşiktaş’tan Taksim’e giden dik yokuşu otobüsle çıkarsanız etrafınıza baktığınızda beton çağından önce şehrin ne kadar harika yerleri varmış anlarsınız. Pencere camları eksik olmasına karşın güzel kayısı renkli duvar sıvaları hâlâ korunmuş yıkık bir Osmanlı köşkünün yanında, limon yeşili renkte bir cami ve bu ikisinin yanında da nereye gittiği belli olmayan sivri kemerli bir geçit gözünüze çarpar. Avrupa yakasındaki Boğaz kıyısından taksi ya da otobüsle geçerken Bebek koyuna yakın Mısır Konsolosluğu’nun eski yaz köşkünü seyretmek hoşuma gidiyor. Art nouveau stilindeki bu bina şimdilerde bakımsız, köhne ve otlarla kaplı.
Taksim’de bir tur atıp Atatürk Köprüsü’ne (diğer adıyla Unkapanı Köprüsü) doğru kıvrılarak inen otobüsle giderken bir zamanlar Rum, Yahudi, Ermeni ve Levanten tüccarların yaşadığı zarif art nouveau apartmanların bulunduğu Grande Rue de Pera denilen alışveriş caddesi İstiklal’den aşağı inen garip Beyoğlu sokaklarını görüyorsunuz. Pera, Yunancada “karşı taraf”, yani şehrin Haliç’in karşısındaki bölümü anlamına geliyor. Orada burada ayakta kalan, yıkık dökük, harap ve boyaları kabarmış Osmanlı tarzındaki eski ahşap binaların her an yerle bir olacağından endişe ederek yenilenmesini istiyor insan. Bu terk edilmiş binaların çoğu eski Türk evlerindekilere benzeyen payandaları, yuvarlak kemerleri, odaları sokağa taşıyan cumba denen kafesli çıkma pencereleriyle masalsı bir görünüme sahip. 20. yüzyıl erken dönem Levanten mimarisi, Avrupalılaşmaya olan hevesi ortaya koyarken aynı zamanda oryantalist fantezileri de sürdürüyordu. Şehir, çürümenin ve yenilenmenin sahnesidir.
Karaborsadaki para, alışkın olmadığım bir mutfak, insanların bakışları, her türden gemi ve tekneyle tıklım tıklım dolu limanın üzerindeki parke taşlı dik yokuşlar, burun deliklerindeki pis ve güzel kokuların birlikteliği, ezanın çığlığı – bunların her biri, hem davetkâr hem de tehditkâr bulduğum bir şehri anlama merakımın artmasına sebep oluyor. Yaklaşık yarım yüzyıldan daha uzun bir süre bu bulmacayı çözebilmek amacıyla dilini okuyabilmek için öğrenerek, dinini anlamak için uğraşarak, hem Osmanlı hem Bizans tarihi üzerine odaklanarak, kendimi şehrin sanatı ve mimarisi konusunda eğiterek ve en sonunda da İstanbul’u İstanbul yapan duyguyu bulmaya çalışarak parçaları bir araya getirme yolunda adım adım çabaladım.
4
Mahalleler
İstanbul’u her mevsimde ziyaret ediyorum. Akasya ve ayvaların yeşerdiği ilkbaharda ya da çınar ağaçlarının altında bir gölge aradığınız ve tozlu sokaklarda yürürken incir ağaçlarının kekremsi kokusunu yakaladığınız bir yaz mevsiminde… Ve hatta sivrisineklerin henüz ölmemiş olduğunu öğrenip hayal kırıklığına uğradığınızda gökyüzünü dolduran leylek sürüleriyle mutluluk duyduğunuz sonbaharda… Her ne kadar etrafınız satıcılar, halıcılar ve kartpostalcılarla çevriliyor olsa da istediğim çoğu şeyi bulabilmem sebebiyle ilk başlarda kalacağım yeri tarihi bir bölge olan Sultanahmet’teki bir otelde ayırtıyordum. Bunları çok dert etmiyorum, zira büyük bir fakirliğin olduğu bu şehirde bazı insanlar ancak böyle para kazanabiliyor. Şehre daha sonraki gelişlerimde ise Boğaz kıyılarında sabah ve akşamları rahatlıkla dolaşabileceğim, kıyı boyunca sıralanmış restoranlarda balık yiyebileceğim ve Asya yakasındaki sessiz kıyı köylerine bir vapurla ulaşabileceğim Bebek veya Arnavutköy semtlerini seçecektim.
Londra ve New York gibi, bu uçsuz bucaksız şehrin görünmeyen yüzüne baktığınızda, İstanbul metropolünün büyüdükçe birbiri içine geçmiş kenar mahallelerden oluşan semt ve köylerden ibaret olduğunu görürsünüz. Üst orta sınıf Türklerin yaşam tarzını yakalamak için Orhan Pamuk’un “Hatıralar” veya “Masumiyet Müzesi” kitabındaki karakterlerle özdeş İstanbullularla takılabileceğiniz Nişantaşı’na gidin. Sultanahmet’ten kısa bir otobüs yolculuğuyla ulaşabileceğiniz Fatih semti ise muhafazakâr bir ortama sahip. Fatih çevresindeki sokaklarda dolaşıp haftada bir kurulan açık pazarda alışveriş yaparken neredeyse bir Türk köyünde olduğunuzu hissedersiniz. Geleneksel anlamda İstanbul’un dini merkezi de 7. yüzyılda Konstantinopolis’i kuşatmakta başarısız olmuş orduya mensup, Peygamber’in yoldaşı Eyüp-El Ensari’nin türbesini çevreleyen Haliç kıyısındaki Eyüp semtidir.
Eski şehrin ticaret merkezi çarşı bölgesiydi. Kapalıçarşı bu bölgenin tam kalbinde yer alıyor etrafı da metal işçiliği ve diğer hafif üretim ticaret işlerine ayrılmış ardı ardına gelen sokaklarla çevreleniyor. Osmanlı âdetlerine göre aynı ürünü alıp satan dükkânlar tek bir yerde kümeleniyorlar, misal kakmalı satranç veya tavla takımı arıyorsanız bunları Kapalıçarşı’dan Baharatçılar Çarşısı’na kadar uzanan Uzun Çarşı’da yan yana sıralanmış dükkânlarda bulursunuz.
Kervanların çeşitli ürünleri uzak diyarlardan satılmak üzere kente getirdiği, tüccarların yük hayvanlarını bağlayabildiği, mallarını güvenli bir biçimde saklayabildiği ve geceleri konaklayabildiği geçmiş dönemlerden bugüne kadar varlığını sürdürmüş ticari yapılara “han” adı veriliyor. Bunların arasında benim en çok beğendiğim 17. yüzyıldan kalma Çakmakçılar Yokuşu’ndaki Büyük Valide Han’dır. İçinde Acem tüccarların dini ihtiyaçlarını karşılamak üzere yapılmış bir Şii camisi vardı. Şimdilerde, Haliç manzarasını seyredebilmek için, otların büyüdüğü bu caminin çatısına tırmanmayı seviyorum.
Boğaz kıyıları boyunca uzanan semtler kendilerine has köy lezzetini hâlâ koruyorlar. Beşiktaş’tan bir vapurla karşıya geçtiğinizde ulaşabileceğiniz Asya tarafındaki Üsküdar semti, suyun Avrupa tarafındaki diğer bölgelerinden farklı olarak aynı Fatih’te olduğu gibi daha muhafazakâr ve daha Anadolulu bir yapıya sahip. Çok sevilen Kanaat Lokantası da Üsküdar’da bulunuyor. Kanaat Lokantası’ndan daha sonra tekrar bahsedeceğim. Osmanlı Dönemi’nde Mekke’ye doğru yapılan kutsal “hac” yolculuğu, Sultan’dan hediyelerle yüklü beyaz devenin başı çekmesiyle buradan başlardı. Üsküdar tıpkı Sultanahmet, Tünel ve Asmalımescit ile Fatih, Kanlıca ve Boğaz’ın yukarı taraflarında olduğu gibi keyifli bir gezinti sunuyor.
Ticari bölgelerden, pahalı marketlerin bulunduğu semtlerden ve Sultanahmet gibi turistik merkezlerden başka, çok sevdiğim kendine özgü başka bir mahalle daha var. Otelime yerleşip, bavulumu boşaltıp temizlendikten sonra gitmekten hoşlandığım arka sokaklara doğru yola koyuluyorum. Şimdi gerçekten kendimi İstanbul’un arkasındaymışım gibi hissediyorum. Bir köşede ortalık yerde ateş üzerinde