İstanbul'un tarihi, kültürü ve yaşamı. Richard Tillinghast
Hikâye, İstanbul’u ziyaret eden, normalde San Fransisco’da yaşayan Ermeni asıllı genç bir Amerikalı kadını anlatıyor ve bu kadının ailesinin tarihinin şehrin tarihiyle ne kadar iç içe geçmiş olduğunu gösteriyor. Ermeniler Konstantinopolis’in entelektüel hayatında önemli bir rol üstlenmişti. 2007 yılında, açıksözlü bir Ermeni asıllı Türk gazeteci Hrant Dink’in 17 yaşındaki bir Türk milliyetçisi tarafından suikaste kurban gitmesi, 100 bin İstanbulluyu ellerinde “Hepimiz Ermeniyiz” yazılı pankartlarıyla protesto gösterisi için sokağa döktü.
Bugünkü İstanbul’da Rumlar, Ermeniler ve Yahudilerin nüfusu büyük oranda azalmıştır ve şehir onların yokluğuyla gittikçe fakirleşmiştir. İstanbul, görünüşte cumhuriyetçi “Türkiye Türklerindir” sloganını benimsemiş ve bir zamanlar kenti renklendiren bu azınlıkları unutmaya razı olmuşken diğer bir yandan da ezan sesiyle kilise çanlarının aynı anda duyulduğu, İbranice yazıların sinagogların kapılarına kazındığı, çeşitli dillerin konuşulduğu ve birçok dini festivalin düzenlendiği bir yer haline gelmiştir. Eski İstanbullular hâlâ Rumları, Ermenileri ve Yahudileri hatırlıyor ve özlüyorlar. Hıristiyan olmayan birçok İstanbullu dinsel olmayan bir Noel’i kutluyor ve hatta Santa Maria ve San Antonio di Padua Katolik kiliselerindeki geleneksel toplu ayinlere katılıyorlar. Bu tükenmiş topluluklar, unutmanın ve hatırlamanın şehri İstanbul’un derin hafızasının bir köşesinde sessizce durmaya devam ediyor.
Galata köprüsünde eski şehirle yenisi arasında kalmış 1878 yılına ait bir manzara:
Sırtlarındaki koca yükün altında eğilmiş, koşuşturma içindeki bir yığın Türk hamalın arkasından, içinde Ermeni bir hanımın köşesinden görünüverdiği sedef ve fildişi kakmalı bir tahtırevan geliyor. Tahtırevanın bir yanında beyaz sarıklı bir Bedevi, diğer yanında ise mavi kaftanlı ve başına beyaz tülbent bağlamış yaşlı bir Türk göze çarpıyor. Yanlarından genç bir Rum hızla geçiyor, onu işlemeli yeleği içindeki tercümanı takip etmekte. Yanı sıra üniformalı uşakların arkasında Avrupalı büyükelçiyi taşıyan at arabasına yol açmak için kenara çekilen mahruti şapka ve devetüyü pelerinli bir derviş var. (…) Bir anda etrafınızı siyah astragandan gösterişli şapkalarıyla Acem alayı sarıyor. Hemen arkalarında, iki yandan yırtmaçlı uzun sarı bir kıyafet giymiş bir Yahudi, sırtına bağladığı çuvaldan sarkan bebeğiyle hırpani bir çingene, onun yanında elinde asası ve dua kitabıyla bir Katolik rahip, Yunan, Türk ve Ermenilerden oluşan karışık bir kalabalığın arasında atının üzerinde “Vardah!” (yol açın) diye bağırarak ilerleyen devasa bir hadım, onu hemen ardından takip eden yeşil ve mor giysili, büyük beyaz örtülere sarınmış harem kadınlarının olduğu çiçekler ve kuşlarla süslü bir Türk atlı arabası; hemen yanlarında Pera’daki hastanelerden birinden geldiği belli olan bir hemşire, onun da ardında maymunuyla yürüyen Afrikalı bir köle ve de cübbesi içinde bir falcı…
3
İstanbul Eskiden Olduğu Gibi
İstanbul 50 yıl önce ilk kez geldiğimde hâlâ Orhan Pamuk’un İstanbul: Hatıralar ve Şehir adlı kitabında tarif edildiği gibi savaş sonrası ihmal edilmiş bir bölgeydi; tam da daha kalabalık bir metropol haline gelmeden önce Türkiye’nin büyük fotoğraf ustası Ara Güler’in siyah beyaz fotoğraflarında göründüğü gibiydi aslında. O günlerde nüfusu 1 milyon civarındaydı ve hâlâ Orhan Pamuk’un üzerinde durduğu hüzün atmosferini yayıyordu. Parke taşlar üzerinde sallanarak ilerleyen külüstür otobüsler ve otobüs kuyruğu etrafında dört dönen adamdan satın alacağınız pelür kâğıda basılı otobüs biletlerinin hatırası hâlâ hafızamda. Otobüs kalkar kalkmaz biletleri biletçiye uzatıyordunuz. Biletçi topladığı biletlerden bir yığın elde ettiğinde onları sürücü koltuğunun yanındaki teneke bir kutuda bir kibritle yakıyordu. İşlerin böyle yürümesi başka hiçbir yerde anlaşılır değildir ama İstanbul’da bir şekilde olağan görülüyordu.
Türklerin eski göçebe zamanlarında suya, ateşe ve havaya taptığı söylenir. Günümüzde bile bunların İstanbul’un üç temel elementi olduğunu görebiliyoruz. Su önemli, çünkü şehir suyla çevrili; Avrupa ve Asya yakası birbirinden Karadeniz’den Marmara Denizi’ne, oradan da Akdeniz’e dökülen akıl almaz ters akıntıların geçtiği Boğaz’la ayrılıyor. Bazen Stamboul adıyla anılan eski şehir, nispeten daha yeni olan Beyoğlu’ndan, Batılıların Altın Boynuz olarak adlandırdığı ve nehir ağzı anlamındaki Haliç’le ayrılmakta. Aynı şekilde hava da hâkim element, zira şehir bir dizi tepe üzerine kurulu ve İstanbul’da olmak, ufka kadar uzanan açık alanların ve manzaranın karşısında olmak anlamına geliyor.
Diğer element ateşin ise şehrin hayatıyla önemli bir bağı var. Bizanslılar, bir nevi erken napalm bombası denebilecek olan meşhur “Rum Ateşi”ni kuşatma zamanında düşmanlarına karşı bir silah olarak kullandılar. Etlerin pişirildiği ateş, havayı her yerden fark edilen güzel bir kokuyla dolduruyor. Ateş asırlar boyu şehrin yaşamını şekillendirdi. Kiliseler, camiler ve halka açık diğer yapılar taş ve tuğladan, yaşam alanları ise ahşaptandı ve büyük yangınlar çıktıkça mahalleleri küle çeviriyor, felaket civarda ne varsa silip süpürüyordu.
Şehri ilk ziyaretimde karaborsa döviz bozdurma işi tıkırındaydı. Bir doların karşılığı resmi olarak yaklaşık yedi sekiz lira civarındaydı, ancak paranızı nerede bozduracağınızı bildiğinizde 1 dolar karşılığında 11-12 lira alabiliyordunuz. Kapalıçarşı’daki bir dükkânın arkasında kalan gizli bir odaya girip imzaladığım birkaç seyahat çeki karşılığında parlak siyah kruvaze bir takım elbise giymiş bezgin görünümlü bir adamın belli ki pek çok kez elden geçtiği için yıpranmış bir tomar Türk lirasını bana uzattığını hatırlıyorum. Karaborsa artık geçmişte kaldı. Şimdilerde dünyanın herhangi bir yerinde olduğu gibi banka kartınızı makineye sokuyor ve karşılığında gıcır gıcır Türk lirası alıyorsunuz. Bir yeni Türk lirasının geçmişin bir milyonuna eşit olması, bu kadar çok sıfırın yarattığı karmaşayı ve iki ayağın iki yana basıldığı, ortada bir delikten ibaret umumi tuvaleti kullanmak için küçücük bir pencereden 250 bin lira ödemenin garipliğini gideriyordu.
Şimdiye kadar hiç duymadığım bir sözcük olsa da, kenti rüyadaymışçasına dolaşan bir İstanbul avaresi olmuştum. Birkaç kuruşa ekmek, çiğ soğan ve acı sivri biber eklenmiş beyaz fasulyeden oluşan piyaz ve bir şişe suyla öğle yemeğimi geçiştiriyordum. İstanbul’da hiç kimse musluktan su içmiyor, hatta dişini bile fırçalamıyor. Baş ağrısı yapacağını söylüyorlar. Gece amaçsızca gezinirken muhallebici ya da pastane dedikleri bir tatlıcı dükkânına girip bir porsiyon baklavayla sade, şekerli ya da orta şekerli seçenekleri olan sert ve yoğun bir Türk kahvesi söylüyordum.
Bir başıma dik parke taşlı Galata sokaklarını tırmanıyor veya paslı Sovyet tankerlerinin denizin ışıltılı yüzeyinde gezdiği ve bir adamın iş çıkışı ailesiyle birlikte balık tutmaya gittiği ya da kilim veya battaniyelerini serip Bizans zamanından kalma yıkık dökük taş duvarlar boyunca yayıldığı Marmara Denizi’nin kıyısında dolanıp duruyordum. Oralarda Orta Asya’nın göçebe nesline mensup olanllar mangallarını hazırlayıp, domates ve salatalıklarını dilimleyip tıpkı atalarının Asya steplerinde yaptığı gibi şişe geçirilmiş kuzu etlerini pişiriyorlardı.
Paris’te Doğu Ekspresi’ne bindiğim zamanı hatırlıyorum. Gerçi bana gelene kadar kendisinin ve geçtiği yerlerin adının ötesinde pek bir çekiciliği kalmamıştı. Ufak tefek anlık şeyler anımsıyorum. Dar koridorlu ve ahşap kompartımanlı