İstanbul'un tarihi, kültürü ve yaşamı. Richard Tillinghast
görürsünüz. Grekçede Konstantinoupolis olarak söylenen Konstantinopolis’in başka adları da vardı. Arapçada Konstantiniyye, Ermenicede Bolis, Bolşevik İhtilali’nden kaçarak gelen Beyaz Rus göçmenler için de Tsarigrad. Türkler resmi olarak Konstantiniyye adını kullandıkları için siz de bu kitapta zaman zaman bu isimle karşılaşacaksınız.
Her büyük şehrin çeşitli adları ve lakapları vardır. San Fransisco’da olduğu gibi Konstantinopolis adı da tek kelimeyle “şehir” (Eski Yunancada He Polis, günümüz Yunancasında ise i Poli) olarak bilinir. Bu kullanım şeklinin Yunanca ve Ermenicenin günlük konuşma dilinde hâlâ yaygın olduğunu öğrendim. Bugünkü Türkçede kullanılan İstanbul, Grekçede “şehirde” veya “şehre doğru” anlamına gelen “eis tin polis” ifadesinden gelmektedir. 1453’ teki fethinden önce bile “İstanbul” Türkçede bu şehir için en çok kullanılan addı. Buraya gelen ilk Türkler, Yunanlardan duydukları bu ifadeyi tam olarak ne anlama geldiğini bilmeden kendi sözlüklerine kattılar.
1930 yılında yeni bir posta sisteminin gelmesiyle, Türk yetkililer yabancıların Türkçe olmayan geleneksel adları terk etmelerini ve İstanbul’u kendi dillerinde tek ad olarak kabul etmelerini talep ettiler. Bir mektubu ya da paketi yollarken üzerine adres olarak “İstanbul” yerine “Konstantinopolis” yazdıysanız ismin dünya üzerinde kabul görmesine katkı sağlamış olan Türk PTT’si postayı size geri yolluyordu. Bir şarkıda söylendiği gibi “Eğer Konstantinopolis’te bir sevgilin varsa o seni İstanbul’da bekliyor olacaktır.”
Büyük Konstantin tarafından 330’da Roma İmparatorluğu’nun başkenti ilan edilen Yeni Roma, imparatorluk ikiye bölününce doğunun başkenti oldu. Şehri bir Yunan taşra limanından büyük bir metropol haline dönüştüren adamın adıyla anılan “Konstantinopolis”, dünyanın herhangi bir şehrinde olabilecek en güzel doğal alanlara sahiptir. Edward Gibbon, kentin konumunu Roma İmparatorluğu’nun Gerileyiş ve Çöküş Tarihi adlı kitabında şöyle tarif eder:
41 derece enlemde konumlanan 7 tepeli imparatorluk kenti, Avrupa ve Asya’nın karşı kıyılarına kadar ulaşmıştı. İklim sağlıklı ve ılıman, toprak bereketli, liman güvenli ve geniş, kıtanın bu tarafına yaklaşmak kısa menzilde mümkün olup savunması da kolaydı. İstanbul Boğazı ve Çanakkale Boğazı, Konstantinopolis’in iki kapısı olarak düşünülebilirdi. Bu iki önemli geçide sahip olan hükümdar burayı isterse denizyoluyla gelen düşmanlara kapatabilir isterse de ticari filolara açabilirdi. İşlenmemiş ticari emtialar her ne kadar Almanya ve İskitler’in yaşadığı bölgelerdeki ormanlardan (İskitya’nın ormanlarından) getirilmiş, Avrupa veya Asya’nın becerisiyle işlenmiş olsa da, Mısır’ın mısırı, en uzaktaki Hindistan’ın değerli taşları ve baharatı değişken rüzgârlarla asırlar boyunca antik dünya ticaretini cezbeden Konstantinopolis limanına getirilirdi.
Konstantinopolis tarihinde anılmaya değer birçok kişilik vardır. Bu hayalet oyuncular antik kentin görkemli ve kana bulanmış sahnesindedirler. Bunlardan ilki, 1000 yıldan fazla hüküm sürmüş bir kentin kurucusu olarak en büyük güce sahip olmak için çırpınıp duran gaddar asker-imparator Büyük Konstantin’dir. Tarihçi Cyril Mango’nun bakış açısıyla: “Konstantin Hıristiyan bir azizdi. Gerçekle bağı çok az olan azizlere özgü bir yaşam tarzını benimsedi. Bir kâfir tarafından vaftiz edildi, hem karısını hem de büyük oğlunu öldürdü, ölümünden sonra da bir pagan gibi defnedildi.”
Konstantin’in ileri gelen haleflerinden İmparator Trajan’ın soyundan geldiğini iddia eden İspanyol I. Theodosius’un bir Mısır dikilitaşının mermer kaidesine kazınmış tasviri Hipodrom’da görülebilir. Tasvirde Theodosius, imparatorluğun tören izleme alanında yanında iki oğlu Arcadius ve Honorius’la 21 yaşına gelmeden ölen, belki de öldürülen, Batı’nın imparatoru Valentian olduğu halde maiyetindekilerle birlikte resmedilmiştir.
İmparatorluk morunu giyen diğerlerini de bu kitapta görüyoruz: Başta Ayasofya’nın (Grekçede Hagia Sophia, Türkçede Aya Sofya veya Ayasofya) kurucusu Justinianus’la onun gençlik yıllarında bir fahişe olan ve pek de matah yanı bulunmayan olağanüstü imparatoriçesi Theodora’yı ve düğün için İtalya’ya giderken ateşli bir hastalık nedeniyle ölen Kutsal Roma İmparatoru Otto’yla evlendirilecek olan 2. Basil’in yeğeni 11. yüzyıl imparatoriçesi Zoe’yi. Kendisi ilk önce 3. Romanus, daha sonra da Konstantin Monamachos’la evlendirildi. Zoe, Romanus’un yüzünü Ayasofya’daki mozaikten sildirip kendi yanına Konstantin’in yüzünü işlettirdi. Zoe’nin tasvirini büyük katedralin güney galerisinde görebilirsiniz. Ayasofya’da mozaik portresini görebileceğimiz bir diğer imparator da içkili halde polo oynarken ölen Alexander’dır.
Osmanlı Türkleri ya da başka bir deyişle Osmanlılar, Selçuklu İmparatorluğu döneminde Anadolu’da savaşmış yağmacı 400 savaşçıdan oluştuğu söylenen bir grubun lideri olan ve 1288-1326 yılları arasında yaşamış Osman’ın soyundan gelmektedir. Bu Türklerin ilk inancı şamanizmdi. Türklere eşlik eden ve ilham veren şamanlar ve dervişler, onların ulusal kimliğini oluşturmakta başrolü oynadılar. Dervişler bugün bile Türkler için ikonik birer figürdür. Sebat karşılığını bulur, cümlesinin Türkçedeki karşılığı “Sabreden derviş muradına ermiş” atasözüyle açıklanmaktadır.
II. Mehmet, Osmanlı’nın önde gelen hükümdarlarından biriydi. 1451-1481 yılları arasında hüküm sürmüş “Fatih” lakaplı Mehmet, hünerli ve yüksek öngörülü sert bir adam olmakla beraber, acımasız bir savaşçı ve ileriyi gören bir planlamacıydı. Mehmet, İstanbul’u Türkler için fethetti ve takip eden 5 yüzyıl boyunca kenti tanımlayacak kurumları inşa etmeye başladı. Oğlu II. Bayezid, mistik eğilimli sofu bir adamdı. Mehmet’in Yunan ve Roma uygarlıklarını örnek alan politikası yerine, Arapların İslami rejimini gözetti. Bayezid’in dingin hükümdarlığı, imparatorluk sınırlarını genişletmeye devam eden başka bir büyük savaşçı Yavuz Selim’in yolunu açtı.
I. Selim’den sonraki bütün padişahların en büyüğü sayılan Kanuni Sultan Süleyman (Muhteşem Süleyman) başa geçti. Osmanlılar, bu ulu hükümdarları için unvan olarak Süleyman adının önüne Sultan sıfatı yerine “Tanrı’nın yeryüzündeki gölgesi” anlamına gelen Farsça kökenli “padişah” kelimesini tercih ettiler. 1520-1566 yılları arasında yaşamış Süleyman’ın hükümdarlığı, doğuda Hint Okyanusu’ndan başlayıp bütün Küçük Asya boyunca devam ederek kuzeyde ve batıda Balkanlardan Viyana kapılarına kadar ve yine güneyde Orta Doğu boyunca Afrika’ya ve Mısır’ın güney sınırlarına ve Kuzey Afrika’dan Cebelitarık Boğazı’na kadar uzanan bir imparatorluğun bölgesel ilerleme noktasıydı.
Ne yazık ki saray entrikaları yüzünden tahtını, kendisinden sonra ülkeyi yönetmekte yetersiz kalmış II. Selim’e ya da lakabının işaret ettiği üzere Sarhoş (Sarı) Selim’e bıraktı. Selim söylentilere göre bir şişe Kıbrıs şarabını bir dikişte içip Topkapı Sarayı’nın imparatorluk hamamının kaygan mermer zemininde kayarak kafatasını çatlattı ve 1574 yılında vefat etti. Beklendiği üzere Selim, bu büyük imparatorluğun çöküşünü başlattı – hemen hemen 450 yıl süren hadiseli bir çöküş. Son padişah 6. Mehmet’in 1922’de beraberinde zevceleri ve cariyeleri olduğu halde Dolmabahçe Sarayı’nın arka kapısından bir İngiliz savaş gemisiyle apar topar İtalyan Riviyerası'na sürgüne gönderilmesi ile Avrupa’nın hasta adamının sonu gelmiş oldu.
O DÖNEMDE ŞÜPHESİZ KAYDA DEĞER herhangi bir olay vuku bulmamasından ziyade 18. yüzyılın büyük değişimler zamanı olması nedeniyle Süleyman’ın hükümdarlığından sonraki 2 yüzyılı atlıyoruz. Osmanlılar, Avrupalı güçler ve Çarlık Rus-yası tarafından gölgede bırakıldıklarını ve