Kore Masalları. William Elliot Griffis
yeteneğini sergiledi. Hedefe ok üstüne ok attı, koşan geyiklerle uçan kuşları bir bir yere devirdi. Bunu gören herkes yakışıklı delikanlıyı alkışladı. Ama Doğu Işığı’nı övmesi beklenen Kral’ın kalbi, genç adama karşı kıskançlıkla dolmuştu. Öyle ki delikanlının tahtı ele geçirebileceğinden korkmaya başlamıştı. Delikanlı ne yapsa, asil efendisine beğendiremiyordu.
Kralın yanında kaldığı sürece hayatının tehlikede olduğunu sezen Doğu Işığı üç sadık dostuyla beraber güney yönüne kaçtı. Upuzun, geniş ve derin bir nehre vardılar. Bu suyu geçmek mümkün değildi. Genç adam, karşıya nasıl geçeceklerini düşünüyordu kara kara. Tekneleri de yoktu. Zaten isteseler bile tekne yapamazlardı çünkü peşlerinden gelen düşmanları çok yaklaşmıştı.
Büyük bir geçide vardıklarında şöyle bağırdı:
“Heyhat! Güneşin Oğlu ve Sarı Nehrin Torunu olan ben, bu ırmak yüzünden mi helak olacağım?”
Sonra, sanki babası Güneş kulağına bir çare fısıldamış gibi yayını çekip suya oklar yağdırdı. Ok kılıfı neredeyse boşalmıştı.
Birkaç saniye hiçbir şey olmadı. Arkadaşları, onca oku boşa harcadığını düşündüler. Düşmanları yetiştiğinde liderleri boş bir ok kılıfıyla mı savaşacaktı?
Ama bir anda tuhaf bir şey oldu ve sular kımıldamaya başladı. Çok geçmeden suyun rengi değişti, köpükler belirdi. Nehrin her iki yanından ve tam karşılarından balıklar Doğu Işığı’na doğru yüzmekteydi. Burunlarını sudan çıkaran balıklar sanki şöyle demek istiyordu:
“Sırtımıza binin, sizi kurtaralım.” Binlerce balık birleşerek bir köprü oluşturdu. Doğu Işığı ve arkadaşları bu köprüye çıktı.
“Çabuk!” diye bağırdı Doğu Işığı arkadaşlarına. “Hemen kaçmalıyız! Kral’ın atlıları tepeden iniyor. Peşimizdeler!”
Böylece dört genç adam, balıkların pullu sırtları ve yüzgeçlerinden oluşan köprüye atlayarak kaçtılar. Onlar karşı kıyıya geçer geçmez balık köprüsü dağılıverdi. Ama balıklar henüz uzaklaşmıştı ki Doğu Işığı haykırdı: “Kaçalım!”
Düşmanları suyun hemen öteki tarafındaydı. Kral'ın askerleri, Doğu Işığı ve üç yoldaşını öldürmek için ok üstüne ok fırlatsa da nafileydi. Okları hedefe ulaşamıyordu. Ayrıca nehir, atlarının yüzemeyeceği kadar derin ve genişti. Böylece dört genç adam rahatça ellerinden kaçmıştı.
Birkaç mil ilerledikten sonra Doğu Işığı’nın karşısına üç tuhaf adam çıktı. Sanki çoktandır onu bekliyormuş gibiydiler. Sıcak bir şekilde karşıladıkları delikanlıdan ülkelerine gelip kralları olmasını istediler. Birincisinin kıyafeti deniz yosunundandı, ikincisi kenevirden yapılmış giysiler giyiyordu ve üçüncüsünün ise üstünde dantelli bir kaftan vardı. Bu adamlar, toplumun üç sınıfını temsil etmekteydi: birincisi balıkçı ve avcıları, ikincisi çiftçileri, üçüncüsü ise kabile yöneticilerini.
Bol bol buğday, pirinç, darı, fasulye ve şeker kamışı yetişen Fuyu adlı bu ülkede yeni kral, tebaası tarafından sevinçle karşılanmıştı. Adamlar uzun boylu, cesur ve kibardı. Hünerli okçular olmalarının yanında çok iyi at biniyorlardı. Kâselere koydukları yemeklerini yemek çubuklarıyla yiyor, ayrıca ziyafet zamanlarında yuvarlak tabaklar kullanıyorlardı. Kocaman inciler ile yeşim taşından mücevherler takıyorlardı.
Fuyu halkı, ülkedeki en güzel genç kızı Kral Doğu Işığı ile evlendirdi. Bu kız, halkı tarafından çok sevilen, zarif ve merhametli bir kraliçe oldu ve pek çok çocuk dünyaya getirdi.
Doğu Işığı uzun yıllar boyunca ülkesini yönetti. Onun hâkimiyeti altında Fuyu halkı medenileşerek refaha kavuştu. Ülke yönetiminin nasıl yürütüleceğini gösterdi, evlilikle ilgili kanunları koydu. Bunların yanında halkına daha iyi yemek pişirmeyi ve ev yapmayı öğretti. Ayrıca saçlarını nasıl tarayıp topuz yapacaklarını gösterdi. Kore ve Fuyu’da erkekler binlerce yıl boyunca saçlarını onun gösterdiği şekilde topuz yaptı.
Doğu Işığı öldükten yüzyıllar sonra, Ebedi Beyaz Dağlar’ın güneyindeki yarımadada yaşayan tüm kabileler ve devletler birleşip tek bir ulus olmaya karar verdiler. Ülkelerini Doğu Işığı olarak adlandırdılar. Ama bunun için Sabah Işığı ya da Sabah Dinginliğinin Ülkesi manasına gelen daha şiirsel bir isim seçmişlerdi: Chosŏn1.
Kore’nin Atası Prens Sandalağacı
Bay Kim’in ikisi kız ikisi erkek olmak üzere dört küçük çocuğu vardı. Kızların adı Şeftali Baharı ile İnci, erkeklerinki ise Sekiz Kat Kuvvetli ile Ejderha idi. Büyükanneleri, torunlarına ülkelerinin kahramanları ve perilerine dair masallar anlatmaya bayılırdı.
Baba Kim bir akşam hükümet sarayındaki işinden eve döndüğünde elinde iki küçük kitap vardı. Bunları Büyükanne’ye uzattı. Biri küçük bir almanaktı. Kırmızı, yeşil ve mavi renkteki parlak kapağıyla düğünler için hazırlanan pasta ve şekerlemelere benziyordu. Bilindiği üzere, Kore düğünlerinde gelinin arkadaşları için hazırlanan tatlılar rengârenktir.
İkinci küçük kitapta Törenlerden Sorumlu Kraliyet Bakanlığı’nın Kore’nin Atası Prens Sandalağacı onuruna düzenlenecek festivale ilişkin gönderdiği yönerge vardı. Senede iki kez Ping Yang şehrinde Prens Sandalağacı şerefine et ve başka yiyecekler sunulurdu. Yalnız bunların pişirilmemiş olması gerekiyordu.
“Yaşlı Sandalağacı kimdi?” diye sordu iki kızdan büyüğü olan Şeftali Baharı.
“Ne yapmıştı?” diye sordu büyük oğlan Yongi (Ejderha).
“Ben anlatayım size,” dedi Büyükanne, torunları yanına sokulurken. Odanın en sıcak yerine oturmuşlardı. Halının hemen altından geçen baca borusu evi güzelce ısıtmış ve çocuklara kışı unutturmuştu. Oysa aralık ayının başıydı ve dışarıda kış rüzgârı uğulduyordu.
“Şimdi size neden ayının iyi, kaplanın kötü olduğunu anlatacağım,” dedi Büyükanne ve masalı anlatmaya koyuldu:
“Çok ama çok uzun zaman önce, Şafak Ülkesi’nde kibar insanların bulunmadığı sadece kaba saba insanlarla vahşi hayvanların yaşadığı zamanlarda bir ayı ve kaplan karşılaşmış. Ormandaki Beyaz Başlı İhtiyar Dağ’ın güney yamacında olmuş bu olay. Bu vahşi hayvanlar, dünyadaki insanlardan hiç memnun değillermiş ve daha iyilerini istiyorlarmış. Kendileri insan olabilseler, insanlığın niteliğini geliştirebileceklerini ve ülkelerini daha güzel bir yer haline getirebileceklerini düşünüyorlarmış. İşte bu vatansever hayvanlar, yani ayı ile kaplan, Göklerin ve Yerin Ulu Tanrısı Hananim’in huzuruna çıkmaya karar vermişler. Ondan şekil ve tabiatlarını değiştirmesini, en azından bunun için bir yol göstermesini isteyeceklermiş.
Ama onu nerede bulacaklarını bilmiyorlarmış. Bu yüzden kibarlıklarını göstermek için başlarını eğip patilerini uzatmışlar ve uzunca bir süre bu meseleyi çözmek için beklemişler.
Sonra bir ses duymuşlar: ‘Bolca sarımsak yiyip yirmi bir gün boyunca bir mağarada yaşayın. Bunu yaptığınız takdirde insan olacaksınız.’
Bunun üzerine karanlık bir mağaraya gidip sarımsak yemişler ve uykuya dalmışlar.
Mağara soğuk ve kasvetliymiş, yiyecek ya da avlayacak hiçbir şey yokmuş. Bu durum kaplanı çok yormuş. Her gün suratını asarak, şikâyet edip duruyor ve arkadaşına pek kaba davranıyormuş.
1
Kore (ç.n.)