Yeryüzünün tarihi. Martin J. S. Rudwick
için çok dikkat çekmişti).
Fosillerle canlı denklerinin şekilleri arasındaki zıtlıkların yarattığı sorunlar, Steno’yla karşılaştırıldığında Hooke için çok daha şiddetliydi. Glossopetrae fosili köpekbalıklarının dişlerine oldukça benziyordu; en iyi bilinen örnekler çok daha büyüktü ama en başta Steno’nun araştırmasını başlatan devasa köpekbalığı ile fark azalmıştı. Ayrıca onun (ve Scilla’nın) İtalyan kayalarında bulduğu fosil kabuklar da canlı kabuklu deniz hayvanlarına çok benziyordu. Oysa Hooke çok daha kapsamlı bir grup halindeki İngiliz “fosilleri”ni inceliyordu.
Şekil 2.5 Martin Lister’in çok resimli [Natural] History of Shells (Historia Conchyliorum, 1685-1692) kitabında gösterildiği haliyle devasa bir ammonit (60 cm genişliğinde). Doktor ve Londra’daki Royal Society’nin ilk üyelerinden biri olan Lister, bu ve benzer “fosil” kabuklarının gerçekten bir zamanlar canlı olan hayvanların kalıntıları olduklarından kuşku duyuyordu. Çünkü şekilleri, yaşayan her türlü kabuklu deniz hayvanından –ki o dönemde onlar hakkında hemen herkesten daha fazla bilgi sahibiydi– çok farklıydı ve bunlar, sadece kayadan oluşuyormuş gibi görünüyorlardı. Kabukları yoktu (günümüz ifadesiyle, yalnızca “kalıp”lardı). Şekil olarak ammonitlere en çok benzeyen kabuklar, Doğu Hint Adaları (bugünkü Endonezya) etrafındaki tropik denizlerden çıkan “incili notilus”un kabuklarıydı.
Örneğin, bilinen hiçbir canlı kabuklu deniz hayvanına benzememesine rağmen, antika koleksiyoncularının çok değer verdiği çeşitli ve şahane “ammonitler”le uğraşmak zorundaydı. Ancak dünyanın ücra köşelerinde yaşayan hayvanlarla bitkiler hakkında ne kadar az bilgi sahibi olunduğunu anlamıştı. Her uzun mesafeli yolculuk veya keşif gezisi Avrupa’ya birçok yeni ve bilinmeyen şekil getiriyordu. Bu nedenle, sadece fosil olarak bilinenlerin sonunda canlı olarak bulunabileceğini tahmin etmenin mantıklı olacağını düşündü. Alternatif olarak, yeni türde evcil hayvanlar oluştuğu gibi bazı örneklerin zaman içinde şekil değiştirmiş olabileceğini düşündü (bu noktadaki görüşleri, sonradan oluşan evrimsel değişim hakkındaki fikirlere, insanı yanlış yönlendiren bir benzerlik içermektedir). Bu sorunlar, Royal Society’de sonraki otuz yıl boyunca, üyelerinin çok ilgisini çeken konular olmayı sürdüren “fosiller” ve depremler hakkında konferanslar veren Hooke’u şaşırtmaya devam etmişti. O dönemde yaşayan birçok bilgini de şaşırtıyorlardı.
Tarih Hakkında Yeni Fikirler
Ancak, ne Steno’nun glossopetraesi ne de Hooke’un tartıştığı ammonitler ve diğer “fosiller” hakkında bilinenler onları, hemen hemen tüm bilginlerin doğal karşıladığı (ve kronoloji uzmanlarının kesinleştirmeye çalıştığı) yeryüzünün zaman çizelgesi sorununa yaklaştırabildi. Bütün bu zaman diliminin insanlık tarihi olduğundan da kuşku duymuyorlardı. Örneğin Steno, Malta adasında dil taşlarının çok fazla bulunmasının, ne organik kökenlerine ne de kısa ömürlerine karşı bir sav olduğuna, çünkü tek bir canlı köpekbalığının (kullanımda veya yedek) yaklaşık 200 diş ürettiğine işaret etmişti. Ayrıca yerli halk tarafından çıkarılan fosil kabuklarını içeren kaya bloklarının, Romalılar bölgeyi fethedip Etrüsk kültürünü yok etmeden çok önce, Toskana’daki dağlık Volterra kasabasının duvarlarını yapmak üzere Etrüskler tarafından kullanıldığını hatırlatmıştı. Bu hem kayaların hem de fosillerin yalnızca Roma öncesi değil, Etrüsk öncesi dönemden kaldığını ve antik döneme uzandığını gösteriyordu. Bu nedenle Steno, oluşumlarının daha da eski, hatta belki ünlü Tufan döneminde olması gerektiğini savunuyordu. Kanıtlarını rahatsız edecek kadar kısa bir süreye sıkıştırmak zorunda kalmaması bir yana, okuyucularının bu doğal eski eserlerin, insan eliyle yapılmış birçok eserin aksine, böylesi uzun bir zaman dilimi boyunca bu kadar iyi durumda kaldığına ikna edilmesi gerektiğini düşünüyordu.
Hooke da Steno gibi, yeniden canlandırdığı tüm olayların, ne kadar eski olursa olsun, insanlık tarihi içinde gerçekleştiğini varsaymıştı. İngiltere’nin uzak geçmişinde çok güçlü depremlere maruz kalmış ve bu depremlerin, kayalarla fosillerini kaldırarak deniz seviyesinden çok yükseğe çıkarmış olabileceğini ileri sürmüştü (Steno’nun İtalya’sı hâlâ yaşıyordu). Ancak buna ilişkin ilave kanıtların doğada değil, antik çağlarda yaşayan insanlardan kalan kayıtlarda, yani (her zamanki euhemerist yöntemle) mitolojik özelliklerinden arındırılmış efsanelerde ve öykülerde eski depremler ve yanardağ patlamaları hakkında karmaşık anlatılar halinde bulunabileceğini düşünüyordu. Aynı dönemde yaşamış diğer bilginlerin itirazlarına rağmen ammonitlerin henüz bilinmeyen kabuklu deniz hayvanları tarafından oluşturulduğunda ısrar etmişti. Bazıları devasa boyutta olduğundan ve şekil olarak en çok şahane ve çok değerli tropik “incili notilus”a benzediğinden, İngiltere’nin de bir zamanlar tropik iklimin etkisi altında kalmış olabileceğine inanıyordu. Ama bu noktada yine, buna ilişkin kanıtların doğada değil, eski yazılı kayıtlarda bulunacağını öngörüyordu. Ayrıca fosillerden bir “kronoloji oluşturmanın” mümkün olabileceğini iddia etmişti. Bununla yalnızca fosillerin, kronoloji uzmanlarının kullandığı yazılı kaynakları tamamlayabileceğini ya da en fazla onların yerini alabileceğini ve kayıtları, insanlık tarihinin bugüne hiçbir kesin belge kalmamış ilk dönemlerine uzatabileceğini söylemeye çalışıyordu. Çoğu kronoloji uzmanının öngördüğünden çok daha uzun bir tarih içeren Mısır ve Çin kayıtlarının farkındaydı ama bunlar gerçek olsa bile –ki bundan kuşkuluydu– yalnızca birkaç bin yıl geriye gidiyorlardı ve bu süre hâlâ “insanlık tarihi” kapsamındaydı.
“Fosillerin” nasıl yorumlanması gerektiği düşünüldüğünde Hooke’un ve Steno’nun yorumları sınırlı olmadığı gibi karışık da değildi; çünkü ikisi de geleneksel dünya tarihi çerçevesinin genel olarak doğru çizgide ve zaman ölçeğinin doğru boyutta olduğunu varsaymıştı. Ancak ikisi de insanlık tarihi ve doğal ortamı hakkında devam eden tartışmaya yeni ve önemli bir unsur katmıştı. Hem Hooke hem de Steno düşünüp tasarlayarak, kendilerinin ve o dönemde yaşamış diğer bilginlerin kesin gözüyle baktığı küresel tarih süresini önemli ölçüde genişletme gereği duymadan tarihçilerin fikirlerini ve yöntemlerini doğa dünyasına aktarmıştı.
Steno doğal olayların tarihsel sıralamasını yeniden canlandırmak için –yeryüzünün yüzeyine örnek olabileceğini düşündüğü– Toskana’da gözlemlediği kayaları ve fosilleri kullanmıştı. Bunu, kendi gözünde hiçbir tuhaflık olmadan, İncil’deki Yaratılış ve Tufan anlatısıyla eşleştirmişti. Volterra’nın etrafındaki tepelerde, üst üste duran ve katmanları bazı yerlerde paralel, bazı yerlerde de eğimli olan iki farklı kayalık grubu bulmuştu. Hepsinin başlangıçta yatay konumda yerleştirildiği ama bazı yerlerde sonradan çöktükleri ve eğildikleri sonucuna varmıştı. Üstteki tabakada fosil kabukları bulunuyordu, daha eski olduğu bariz olan alttaki tabakada hiç fosil yoktu. Bu nedenle alt tabakanın Yaratılış döneminden, dünyada daha hiç canlı varlığın olmadığı zamandan, üst tabakanın ise daha sonraki bir dönemden, muhtemelen Tufan zamanından kaldığı anlamını çıkarmıştı. Bu doğal eski eserlerin, İncil’deki tarihin ilk dönemleri hakkındaki anlatıyı doğruladığı ya da en azından onunla uyumlu olduğu sonucuna varmakta hiç zorlanmamıştı. Steno’nun belirttiği gibi “kutsal kitapla doğa hemfikirdi” ya da “doğa bunu kanıtlıyordu ve kutsal kitapla çelişmiyordu.” (İki kaya setinin her birinin içindeki katmanların aynı zamanda daha küçük çaplı bir dizi olayı simgelemesi – her tabaka ister istemez üstündekinden önce yerleşmiş oluyordu – o kadar belirgin bir çıkarımdı ki sonradan resmi bir “üstdüşüm ilkesi” konumuna yükselmeyi pek hak etmiyordu.