Yeryüzünün tarihi. Martin J. S. Rudwick
tabakalar halinde oluşmuştu (25) ama altı oyulduğundan (24), üstteki tabaka çökerek eğilmişti (23). Daha sonra, benzer ama ayrı bir olaylar dizisi sonucunda, eski tabakanın üstünde, yatay katmanlar halinde (22) daha genç ve fosilli kaya seti (noktalı çizgiyle gösterilmiş katmanlar) oluşmuştu. Bunların da altı oyulmuş (21) ve en üstteki katman çökerek bugünkü konumunu almıştı (20). Bu şekil, Galileo’nun fiziksel araştırmalarını hatırlatan ve Steno’yla Floransa’daki meslektaşlarına esin kaynağı olan bir gelenekle, soyut geometri tarzında çizilmişti.
Steno’nun bu tarihsel silsileyi özetleme şekli, mantık yönteminin kronoloji uzmanlarınınkine paralel olduğunu göstermektedir. Onlar nasıl kanıtların parçalarını, daha yakın ve nispeten iyi belgelenmiş geçmişten (Ussher’ın olayında Roma dönemi) başlayarak birleştirip sonra daha belirsiz eski dönemlere uzandılarsa, Steno da Toskana’nın o günkü durumundan başlayıp mantık yürüterek geriye gitmişti. Kronoloji uzmanları nasıl bundan sonra ters yöne gidip yeniden canlandırdıkları tarihi, doğru tarihler içeren “yıllıklar” halinde gerçek zamanda ileri götürdülerse Steno da Dünya tarihinin ardışık evrelerini –en eski dönemden günümüze kadar– süreleri belirtilmeden ama aynı derecede gerçek zamanlı bir şekilde canlandırmıştı.
Dünyada hiçbir bozuk para bir Antikacıya filanca prensin tebaası olan filanca bir yer olduğu bilgisini bu fosiller kadar iyi anlatamaz. Zira bu fosiller bir Doğa Antikacısına şu şu yerlerin sular altında kaldığını, bu tür hayvanlar olduğunu, Dünya’nın yüzeysel kısımlarındaki Başkalaşımlar ve Değişiklikler öncesinde şöyle şöyle dönemler olduğunu doğrulayacaktır. Ben de Tanrı’nın, Anıtlar ve Kayıtlar olarak bu kalıcı şekilleri, sonraki çağlara geçmişi anlatmak amacıyla tasarlamış olabileceğini düşünüyorum. Öte yandan, bunlar eski Mısırlıların Hiyerogliflerinden daha okunaklı karakterlerle ve geniş Piramitlerle Obelisklerden daha kalıcı Anıtlara yazılmış.
Şekil 2.7 Hooke’un 1668 yılında Londra’daki Royal Society’de verdiği konferanstan açıklayıcı bir alıntı. Onun görüşüne göre fosilleri inceleyen bir “doğa antikacısının” çalışmaları, insan eliyle yapılmış eserleri inceleyen geleneksel antikacıların çalışmalarına çok benziyordu. Hooke başka bir konferansta fosil kabuklarının en eski “anıtlardan” bile daha eski bir tarihten kalmış olabileceğini ileri sürmüştü ama bunların insanlık tarihinin en eski “mitolojik” veya “efsanevi” çağlardan daha eski olduğunu düşünüp düşünmediği açık değildi.
Steno’nun bu konuyla ilgili olarak Prodromus eserinde yer alan makalesi, kronoloji uzmanları tarafından birleştirilen yazılı kanıtları tamamlamak, bunlara ilave yapmak, hatta yerlerine geçmek amacıyla, kayaları ve fosilleri doğal eski eserler olarak kullanarak yeryüzünün en eski tarihinin nasıl yeniden oluşturulabileceği hakkında çarpıcı bir örnekti ve sonradan da etkili bir örnek olmayı sürdürdü.
Hooke, aynı derecede önemli bir hamleyle, antikacıların yöntemini incelikli bir şekilde yeryüzünün incelenmesine uyguladı. “Doğa antikacısı” kayaları ve fosilleri, coğrafyadaki eski değişikliklerin, hatta yazılı kanıt kalmayan insanlık tarihi dönemlerinden öncesinin bile tarihsel kanıtı olarak kullanabilirdi. Kayalar ve fosiller doğanın anıtlarıydı ve doğanın madeni paralarıydı. Bunlar metafordu ama “yalnızca” metafor olmakla kalmayıp ciddi açıklamalar getiriyorlardı. Hatta kayalar ve fosiller, uzun zaman önce yaşanan olaylar hakkında adeta doğanın kendi tanıkları tarafından yazılmış kendi belgeleri olarak değerlendirilebilirdi. Ama bir yandan da, insanlar tarafından tutulmuş eski kayıtlar gibi bunların da deşifre edilmesi ve anlamlandırılması gerekecekti. Tarihi yeniden canlandırmak amacıyla doğanın eski eserlerinin kullanılabilmesi için “Doğanın Dilbilgisi”nin yani doğanın dilinin öğrenilmesi gerekiyordu, yoksa bunlar da eski Mısırlıların çok bilinen ama deşifre edilmemiş hiyeroglif yazıları gibi aydınlatıcı olmayacaktı.
Fosiller ve Tufan
Steno ile Hooke tek başlarına çalışan çevreden kopuk dahiler değillerdi; aynı dönemde yaşamış olan bilginlerle hararetli tartışmalara girişiyorlardı. Ama onlar aynı zamanda başka doğabilimcilerine, 17. yüzyılın geri kalanında ve 18. yüzyılda araştırmalara esas olabilecek faydalı modeller sağlamışlardı (Hooke’un fikirleri Steno’nunkiler kadar etkili olmamıştı ve bunun nedeni kısmen, notlarının ancak öldükten sonra hem de sadece İngilizce olarak yayımlanmasıydı). Onlarla aynı dönemde yaşayan en etkin genç bilginlerden biri, her yerden topladığı fosillerle o zamanki en iyi koleksiyonlardan birini oluşturan İngiliz doktor John Woodward idi. Öldüğünde bu koleksiyonun Cambridge’deki üniversiteye bağışlanmasını vasiyet etmiş ve bunlarla ilgili görüşlerini açıklayacak notlarını bağışlamıştı (Fosiller büyük bir jeoloji müzesinin temellerini oluşturdu, doktorsa tanınmış bir bölümün kürsüsüne adını verdi; ben orada, 20. yüzyıl “Woodward profesörü”nden paleontoloji eğitimi aldım). Woodward’un en önemli kitabı An Essay on the Natural History of the Earth (1695), hiç de şaşırtıcı olmayan bir şekilde, organik kökenli oldukları açıkça belli olan bu fosillere odaklanmıştı. Bunların hepsinin Tufan’dan önceki dünyada yaşadığı yorumunda bulunmuştu. Ama son derece şiddetli bir olay olduğunu düşündüğü tufanın dünyayı tamamen yok ettiğini iddia etmişti. Newton’ın hâlâ çok yeni olan fikri evrensel yerçekimi geçici olarak askıya alınmıştı ve yeryüzünün organik olanlar dışındaki malzemeleri, çalkalanarak bir tür çorba ya da yoğun bir süspansiyon haline getirilmişti. Sonra yerçekimi tekrar devreye girince bu malzemeler çökelerek uçurumlarda veya madenlerde yaygın bir şekilde gördüğümüz ardışık kaya tabakalarını oluşturmuştu. Bu felaketten önceki dünyayla ilgili kanıtları vermek üzere sadece fosiller kalmıştı ama onlar da bunu dolaylı olarak yapabiliyorlardı. Zira Woodward fosillerin, canlıların yaşadığı yerlerde saklanmadığını, hatta o orijinal yaşam ortamlarından en ufak bir iz bile taşımadıklarını, sadece tufan sonrası oluşan çorbadan çıkıp yerleştikleri yerin özelliklerini barındırdıklarını savunuyordu (günümüz ifadesiyle bunların hepsi “türemiş” veya “taşınmış” fosillerdi). Woodward da kendinden öncekiler gibi tüm bunların kronoloji uzmanlarının kısa zaman ölçeği içinde gerçekleştiğinden emindi. Daha geniş bir zaman dilimine ihtiyaç yoktu.
Şekil 2.8 Scheuchzer’ın “Bir adam, Tufan’ın Tanığı ve Kutsal Elçi” gravürü (Homo diluvii testis et theoskopos, 1725). Eğitimli bir doktor olarak Scheuchzer’in bu fosilin, her ne ise, kesinlikle insan olmadığını anlamış olması gerekirdi. Belki de Woodward’un bilimsel yargı yeteneği, tüm fosillerin korkunç Tufan’ın kalıntısı olduğu yorumunu koşulsuz kabul etmesi yüzünden yanlış bir yola sapmıştı (Bir asır sonra önde gelen karşılaştırmalı anatomist Georges Cuvier tarafından bu foslin nesli tükenmiş bir amfibi, devasa bir semender yani kuyruklu kurbağa olduğu belirlendi).
18. yüzyılın başında diğer birçok doğabilimci, Woodward’un Tufan’ın karakteri ve nedeni hakkındaki spekülatif fikirlerini benimsemiş olsalar da olmasalar da, fosillerin artık tarihsel gerçeklik konusunda olağanüstü bir sav oluşturduğunu iddia ederek onu izlediler. Bunların arasında, Woodward’un kitabının Latince tercümesini yayımlayarak uluslararası boyutta erişilebilir olmasını sağlayan İsviçreli doktor Johann Scheuchzer de bulunuyordu. Woodward gibi Scheuchzer de verimli bir şekilde ürettiği yayınlarında, organik kökenli tüm fosilleri İncil’de yer alan büyük olaya bağlamıştı. Yarım asır önce Kircher, Tufan öyküsü hakkındaki yazılı yorumunu Nuh’un gemisine binmiş olması gereken tüm canlı hayvanların resimli anlatımlarıyla süslemişti. Scheuchzer, oldukça benzer bir derlemede aynı olaya değinirken canlı hayvanların değil kendi mükemmel