1984. Джордж Оруэлл

1984 - Джордж Оруэлл


Скачать книгу
yağı lambasının cılız ışığı, karanlık çöktükten sonra çok parlak görünüyordu. Kadını doğru düzgün ilk kez görebiliyordu. Ona doğru birkaç adım attıktan sonra, şehvet ve dehşetle durdu. Oraya gelerek aldığı riskin fazlasıyla, acı verircesine farkındaydı. Devriyelerin oradan çıkarken kendisini görmesi fazlasıyla mümkündü. Hatta o sırada kapıda bile bekliyor olabilirlerdi. Eğer yapmaya geldiği şeyi yapmadan ayrılırsa!..

      Bunların yazılması, itiraf edilmesi gerekiyordu. Lambanın ışığında, aniden fark ettiği üzere kadın YAŞLIYDI. Yüzüne sürdüğü boya katmanı, o kadar kalındı ki kartondan maske misali çatlayabilirdi. Saçlarında beyazlar vardı. Ancak asıl ürkütücü olan detay, ağzı hafifçe açıldığında boşluğun karanlığı dışında hiçbir şey görülmemesiydi. Kadının hiç dişi yoktu.

      Kargacık burgacık el yazısıyla şunları döktürdü:

      Onu ışıkta gördüğümde yaşlı olduğunu anladım. Ama yine de devam ettim.

      Bir kez daha parmaklarını göz kapaklarına bastırdı. En nihayetinde yazmıştı ama hiçbir farkı yoktu. Terapi işe yaramamıştı. Avazı çıktığı kadar küfretme isteği, hiç olmadığı kadar güçlüydü.

      7

      Eğer bir umut varsa… diye yazdı Winston. O umut proletarya.

      Eğer bir umut varsa o umut proletaryada olmalıydı. Çünkü Parti’yi yıkabilecek güç, Okyanusya nüfusunun yüzde seksen beşini oluşturan bu insan yığınlarından gelebilirdi ancak. Parti’yi içeriden yıkmak mümkün değildi. Düşmanların -tabii eğer düşmanları varsa- bir araya gelmek şöyle dursun, birbirlerini tanıma imkânları bile yoktu. Eğer efsanevi “Kardeşlik” söylenildiği gibi var olsa bile üyelerinin iki ya da üç kişiden fazla olacak şekilde toplanabilmeleri, akılalmaz bir şeydi. Gözlerdeki bir bakış, ses tonundaki bir değişme hatta bir fısıltı dahi isyan anlamına geliyordu. Ancak işçi sınıfı, bir şekilde kendi güçlerinin farkına varabilseler komplolarla uğraşmalarına gerek yoktu. Sadece ayaklanıp silkelenmeleri gerekiyordu. Eğer isterlerse Parti’yi yarın sabaha kadar darmaduman ederlerdi. Elbette bunu yapmaları gerektiğini önünde sonunda illaki anlayacaklardı. Ama şimdilik…

      Bir keresinde, kalabalık bir caddede yürürken yüzlerce kadının çığlık çığlığa bağırdıklarını duydu. Gürültü, biraz ilerideki bir ara sokaktan geliyordu. Muazzam bir öfke ve çaresizlik haykırışıydı bu. Boğuk ve yüksek sesli bir “Ah-a-a-a-ah!” şeklinde tıpkı bir çan sesinin yankılanması gibi devam ediyordu. Kalbi küt küt atmaya başladı. “İşte başladı!” diye düşündü. Bu bir isyandı. Proletarya nihayet zincirlerini kırmayı başarmıştı. Gürültünün geldiği yere ulaştığında, iki yüz ya da üç yüz kadar kadının bir sokak pazarının tezgâhları arasında gezindiğini gördü. Batan bir geminin talihsiz yolcularında olabilecek türden bir çaresizlik vardı yüzlerinde. Ancak o sırada, bu çaresizlik hâlinin yerini kavgalar almıştı. Meğer tezgâhlardan birinde teneke tavalar satılıyormuş. Adi, ince malzemeden yapılmışlardı. Ancak her türlü yemek pişirme tenceresine ulaşmak çok zordu. O sırada da beklenmeyen bir arz gerçekleşmişti belli ki. Diğerleri tarafından itilip kakılan başarılı kadınlar, aldıkları tavalarla oradan ayrılmaya çalışırken diğerleri tezgâhın etrafında feryat figan bağırıyorlardı. Tezgâhtarı, adam kayırmakla ve bir yerlerde tava depolamakla suçluyorlardı. Yeniden çığlıklar kopmaya başladı. İki şişman kadın, bir tavayı çekiştiriyor ve birbirlerinin elinden kapmaya çalışıyorlardı. İkisi de aynı anda kuvvetle çekince tavanın tutacağı kırıldı. Winston, o kadınları tiksinerek seyretti. Yine de birkaç saniyeliğine de olsa yüzlerce gırtlaktan yükselen haykırışın muazzam bir korkutuculuğu vardı. Önemli bir şey için neden böyle haykırmazlardı ki sanki?

      Şunları yazdı:

      Bilinçleninceye dek asla isyan etmeyecekler, ancak isyan etmedikleri sürecede bilinçlenemeyecekler.

      Bu, Parti’nin ders kitaplarından fırlamış bir cümle gibi gelmişti ona. Parti, tabii ki proletaryayı esaretten kurtarmıştı. Devrim’den önce kapitalistlerin zulmü altında inim inim inliyorlardı. Aç bırakılmış, dayak yemişlerdi. Kadınlar kömür madenlerinde çalışmaya zorlanmışlardı. (Kadınlar hâlâ kömür madenlerinde çalışıyorlardı hâlbuki.) Çocuklar, altı yaşında fabrikalara satılıyorlardı. Ancak Parti, çiftdüşün yaklaşımının sonucu olarak proletaryanın tıpkı hayvanlar gibi birkaç basit kuralı hayata geçirmek suretiyle zapturapt altına alınması gereken alt bir grup olduğu iddiasındaydı. İşin aslı, proleterler hakkında bilinen çok az şey vardı. Çok bir şey bilmeye de gerek yoktu. Çok çalışmaya ve üremeye devam ettikleri müddetçe, ne yaptıklarının bir önemi yoktu. Arjantin düzlüklerindeki sürü hayvanları misali kendi hâllerine bırakılmışlardı. Onlara doğal gelen, âdeta atalarından miras aldıkları ilkel bir yaşam biçimine dönmüşlerdi. Dünyaya gelir, sefalet içinde, kenar mahallelerde büyür, on iki yaşında çalışmaya başlar, kısa süren bir güzellik ve arzulanabilirliğin ardından yirmi yaşında evlenir, otuz yaşında orta yaşlı olur ve çoğu altmış yaşında ölürdü. Ağır işçilik, ev ve çocuk bakımı, komşularla ufak tefek kavgalar, filmler, futbol, bira ve en önemlisi kumarla doluydu zihinlerinin ufku. Onları kontrol altında tutmak, hiç de zor değildi. Aralarında dolaşan birkaç Düşünce Polisi casusu, sahte dedikodular yayar ve tehlikeli olduğuna kanaat getirilen kişileri tespit edip ortadan kaldırırlardı. Ancak onlara Parti ideolojisini benimsetmek için hiçbir çaba harcanmıyordu. Proletaryanın kuvvetli politik hislere sahip olması, istenen bir şey değildi. Onlardan tek beklenen, çalışma saatleri uzatıldığında ya da payları azaltıldığında sorun çıkarmadan kabul etmelerini sağlayacak ilkel vatanperverlikti. Bir şeylerden rahatsız olsalar bile bazı genel fikirlere sahip olmadıklarından bu rahatsızlık, hiçbir sonuca varmıyordu. Bu sebepten ufak tefek hoşnutsuzluklardan fazlası olmuyordu. Daha büyük kötülükler dikkatlerinden kaçıyordu hep. Proletaryanın çoğunun evinde tele-ekran bile yoktu. Sivil polisler bile onlara pek karışmıyordu. Londra’ya büyük bir suç dalgası hâkimdi. Hırsızlar, yankesiciler, fahişeler, uyuşturucu satıcıları ve her türden dolandırıcılardan oluşan kendi içinde apayrı bir dünya vardı. Ancak tüm bunlar, proletaryanın kendi içinde olduğundan pek bir önemi yoktu. Tüm ahlaki meselelerde atalarından miras kalan yasalara göre hareket etmelerine müsaade ediliyordu. Parti’nin cinsel saflık anlayışı, onlara dayatılmıyordu. Önüne gelenle düşüp kalkmanın cezası yoktu. Boşanmalara izin veriliyordu. Öyle ki dinî inanca bile ihtiyaç duymaları ya da istemeleri hâlinde müsaade ediliyordu. Onlardan şüphe duymaya gerek bile yoktu. Parti sloganının da dediği gibi “Proleterler ve hayvanlar özgürdür.”

      Winston, eğildi ve varis ülserini dikkatlice kaşımaya başladı. Yeniden kaşınmaya başlamıştı. Dönüp dolaşıp gelinen nokta, Devrim’den önce hayatın nasıl olduğu konusunda fikir sahibi olmanın imkânsızlığıydı. Bayan Parsons’dan ödünç aldığı, çocuklar için hazırlanmış tarih kitabını çekmeceden çıkardı ve şu paragrafı günlüğüne geçirdi:

      Eski günlerde -yazıyordu- şanlı Devrim’den önce Londra, bugün gördüğümüz güzel şehir değildi. Karanlık, kirli, sefil bir yerdi. Kimsenin doğru düzgün yiyeceği yoktu. Sayıları yüz binleri bulan yoksulların ayaklarında ayakkabıları yoktu. Altında uyuyabilecekleri bir çatıları bile yoktu. Sizin yaşlarınızda çocuklar, günde on iki saat, zalim efendileri için çalışmak zorundalardı. Bu adamlar, çocuklar yavaş çalışırsa onları döverlerdi. Yiyecek olarak sadece ekmek kırıntıları ve su verilirdi onlara. Ancak bu korkunç fakirliğin içinde, zengin adamların yaşadığı birkaç güzel ev vardı. Bu adamların kendilerine ait otuz hizmetkârı vardı. Bu adamlara kapitalist denilirdi. Şişman,


Скачать книгу