Bulunmuş . Морган Райс
başladı. Yalnız başına nasıl buraya geldiğini anlayamadı. Onu bu şekilde nasıl terk ederlerdi? Nerede olabilirlerdi? Zamanda geriye doğru yolculuk mu yapmıştı ve acaba anne ve babası da gelmiş miydi? Neden gelip onu bulmuyorlardı, ona bu kadar değer vermiyorlar mıydı?
Scarlet orada durup insanları izleyip bekledikçe içinde bulunduğu durumun daha iyi farkına varıyordu. Yalnızdı. Yabancı bir yerde ve zamanda tamamen kendi başınaydı. Anne ve babası da burada bile olsa onları nerede araması gerektiği konusunda hiçbir fikri yoktu.
Scarlet İskoçya’yı terk etmeden hemen önce ona verilmiş olan ve üzerinde sallanan bir haç bulunan bileğindeki bileziğe baktı. Oradaki kalenin avlusunda dururlarken, beyaz cübbe giyen yaşlı adamlardan biri eğilmiş ve onu Scarlet’in bileğine takmıştı. Scarlet bunun çok hoş olduğunu düşündü ama ne olduğu ya da ne anlama geldiği konusunda hiçbir şey bilmiyordu. Bunun bir tür ipucu olabileceği konusunda içinde bir his vardı ama bu ipucunun ne olduğuna dair bir fikri yoktu.
Ruth’un bacağına sürtündüğünü hissetti ve eğilip ona sarılarak başını öptü. Ruth, Scarlet’in kulağının dibinde inildedi ve onu yaladı. En azından Ruth yanındaydı. Ruth, Scarlet için bir kız kardeş gibiydi. Scarlet onun da kendisiyle birlikte gelmeyi başardığı için ve onu o askerden korumuş olduğu için çok minnettardı. Hayatta daha çok sevdiği kimse yoku.
Scarlet, o askeri, karşılaşmalarını anımsayınca, güçlerinin düşündüğünden de daha derin olması gerektiğinin farkına vardı. Küçük bir kız olarak kendisinin onun hakkından nasıl geldiğini anlayamıyordu. Bir şekilde değişmekte olduğunu hissetti ya da çoktan daha önce hiç olmadığı bir şeye dönüşmüştü. İskoçya’dayken annesinin bunu kendisine açıkladığını hatırladı. Ama hala tam olarak anlayamamıştı.
Scarlet bütün bunların kaybolup gitmesini diledi. Sadece normal olmak, her şeyin eskiden olduğu gibi normale dönmesini istiyordu. Yalnızca anneciğini ve babacığını istiyordu; gözlerini kapamak ve açtığında İskoçya’da, o kalede, Sam, Polly ve Aiden ile olmak istiyordu. Anne ve babasının düğün törenlerine geri dönmek istiyordu; dünyadaki her şeyin değişmeden yerli yerinde kalmasını istiyordu.
Fakat gözlerini açtığında hala buradaydı, bu garip şehirde ve bu garip zamanda Ruth’la birlikte yapayalnızdı. Tanıdığı tek bir kimse bile yoktu. Kimse arkadaş canlısı görünmüyordu. Ve Scarlet nereye gitmesi gerektiğini bilmiyordu.
Sonunda buna artık daha fazla dayanamayacağını hissetti. Harekete geçmesi gerekiyordu. Sonsuza dek bekleyerek burada saklanamazdı. Anneciği ve babacığı dışarda bir yerdelerdi, bunu anlamıştı. Midesinin açlıktan kazındığını hissetti ve Ruth’un da yanında mızmızlandığını duydu. Belli ki o da acıkmıştı. Scarlet kendi kendine cesur olması gerektiğini söyledi. Dışarı çıkıp anne ve babasını bulmaya çalışmalıydı— ve hem kendi hem de Ruth için yiyecek aramalıydı.
Scarlet, etrafta askerlerin olabileceğini düşünüp temkinli bir şekilde kaynaşan dar sokağa adımını attı; uzakta sokaklarda devriye gezen askerleri gördü, ama özel olarak onu arıyor gibi bir halleri yoktu.
Scarlet ve Ruth insan yığınlarının arasından güçlükle ilerlemeye ve kıvrılan dar sokaklardan giderlerken itilip kakılmaya başladılar. Burası çok kalabalıktı, dört bir yandan insan akını vardı. Scarlet ahşap el arabaları olan satıcıların yanından geçti; bunlar meyve, sebze, somun ekmek, şişelenmiş zeytinyağı ve şarap satıyorlardı. Bütün bu satıcılar birbirine neredeyse yapışık duruyor, bu tıklım tıkış dar sokaklarda müşteri çekmek için bağırıyorlardı. İnsanlar da sağdan soldan yaklaşarak onlarla pazarlık ediyorlardı.
Sanki yeterince kalabalık değilmiş gibi bir de sokaklar hayvanlarla doluydu— develer, eşekler, koyunlar ve her türden çiftlik hayvanları sahiplerinin önünde ilerliyorlardı. Bunların arasında yaban tavukları, horozlar ve köpekler koşturup duruyordu. Korkunç kokuyorlardı ve bu gürültülü pazar yerini durmak bilmeyen anırmaları, melemeleri ve havlamalarıyla daha da gürültülü bir hale getiriyorlardı.
Scarlet, bu hayvanların karşısında Ruth’un açlığının daha da arttığını hissedebiliyordu ve bu yüzden Ruth’un yanına diz çöktü ve boynundan tutarak onu geri çekti.
Sert bir şekilde “Olmaz Ruth!” dedi.
Ruth isteksiz bir şekilde itaat etti. Scarlet kendini kötü hissetti ama Ruth’un bu hayvanları öldürüp bu kalabalığın arasında büyük bir kargaşaya neden olmasını istemiyordu.
“Sana yiyecek bulacağım Ruth. Söz veriyorum.”
Ruth cevap olarak inildedi ve Scarlet de açlıktan midesinin ağrıdığını hissetti.
Scarlet aceleyle bu hayvanları geçerek Ruth’u ara sokaklardan aşağılara doğru götürdü. Kıvrılıp dönerek satıcıları ve daha bir sürü dar sokağı geçtiler. İçinde bulundukları bu labirentin sonu gelmeyecek gibi görünüyordu ve Scarlet neredeyse gökyüzünü bile göremiyordu.
Scarlet sonunda kocaman kızarmış et parçaları satan bir satıcı buldu. Etin kokusunu çok uzaktan alabiliyordu, bu koku içine işliyordu; aşağıya baktı ve Ruth’un ete bakarak dudaklarını yaladığını gördü. Scarlet beceriksizce bakarak etlerin önünde durdu.
Önlüğü kanla kaplı kocaman bir adam olan satıcı “Bir parça et satın almak ister misin?” diye sordu.
Scarlet bir parça eti her şeyden çok istiyordu. Bunun önemli olduğunu sezdi ve bu yüzden kendine hâkim olmak için sahip olduğu bütün gücü kullandı.
Ardından cevap olarak üzgün bir şekilde başını iki yana usulca salladı. Ruth’u tuttu ve onu adamdan uzaklaştırarak yola devam etti. Ruth’un sızlanmasını ve karşı çıkışını duyabiliyordu ama başka seçenekleri yoktu.
Yürümeye devam ettiler ve sonunda içinde bulundukları labirent güneşli, ferah ve alabildiğine geniş bir plazaya açıldı. Scarlet o koskocaman gökyüzünü görünce çok şaşırdı. İçinde binlerce insanın kaynaştığı o daracık sokaklardan çıkınca, bunun hayatında görebileceği en büyük açıklık olduğunu düşündü. Plazanın ortasında taş bir çeşme vardı ve etrafını yukarıya doğru yüzlerce metre uzanan uçsuz bucaksız taş bir duvar çevreliyordu. Duvardaki her bir taş inanılmaz kalındı ve neredeyse Scarlet’ten on kat daha büyüktü. Yüzlerce insan bu duvara karşı duruyor, inleyerek ağlıyor ve dua ediyordu. Scarlet’in ne onların bunu niçin yaptıkları konusunda ne de nerede olduğu konusunda en ufak bir fikri yoktu, ama şehrin merkezinde olduklarını sezdi ve bu şehrin oldukça kutsal bir yer olduğunu anladı.
Arkasından “Hey sen!” diye bağıran kaba bir ses duydu.
Scarlet ensesindeki tüylerin kabarmaya başladığını hissetti ve yavaşça döndü.
Bir taşın ucunda oturmuş beş kişilik bir oğlan gurubu ona doğru bakıyordu. Oğlanların üzerindekiler paçavraydı ve baştan ayağa pislik içindeydiler. Bunlar yaklaşık on beş yaşında delikanlılardı ve Scarlet yüzlerindeki kötülüğü görebiliyordu. Bela aradıkları belliydi ve bir sonraki kurbanlarını bulmuş olabilirlerdi; Scarlet yalnız olduğunun bu kadar belli olup olmadığını düşündü.
Oğlanların arasında vahşi bir köpek vardı, devasaydı, kuduz olmuşa benziyordu ve Ruth’un iki katıydı.
Başlarındaki oğlan, diğer dördü kahkaha atarken alay eder gibi “Burada yapayalnız ne yapıyorsun?” diye sordu. Kaslıydı ve kocaman dudakları ve alnındaki bir yara iziyle aptal bir görünüşü vardı.
Scarlet onlara bakınca, daha önce hiç yaşamadığı yeni bir hissin kendine hâkim olmaya başladığını hissetti: bu giderek kabaran bir önseziydi. Ne olduğunu bilmiyordu ama birden