Sevilmiş . Морган Райс
hafızasını kurcaladığında, Sam’in sürekli arayıp tarayarak ona yeni ipuçları gösterip sonra da her daim hayal kırıklığına uğradığı tüm o zamanları hatırladı. Her gece oda- sına gider ve yatağının köşesine otururdu. Babalarını bulma arzusu içinde dolup taşan, onunla birlikte yaşayan bir canlı gibiydi. Caitlin de aynı şekilde hissediyordu; fakat onun ka- dar tutulmuş değildi. Bazı açılardan onun hayal kırıklığını seyretmek çok daha zordu.
Caitlin berbat çocukluğunu, kaçırdıkları her şeyi düşün- dü ve birden hislerine hâkim olamadı. Gözünün kenarında bir damla yaş oluştuğunda utanarak onu eliyle sildi. Caleb’in bunu görmemiş olmasını umuyordu.
Ancak Caleb görmüştü. Onun olduğu tarafa bakıp sade- ce Caitlin’i seyretti.
Yavaşça yerinden kalkıp onun yanına oturdu. O kadar yakındı ki enerjisini hissedebiliyordu. Çok yoğundu. Kalbi çarpmaya başladı.
Caleb, bir parmağını hafifçe onun saçında dolaştırıp yü- zünün üstüne düşen telleri geri attı. Sonra parmağını gözü- nün kenarına ve ardından yanaklarına doğru götürdü.
Caitlin yere bakar şekilde kafasını aşağıda tuttu; onunla göz göze gelmeye çekiniyordu. Kendisini incelediğini hisse- debiliyordu.
“Tasalanma” dedi yumuşak ve Caitlin’i bütünüyle gevşe- ten derin sesiyle. “Babanı bulacağız. Birlikte yapacağız.”
Caitlin bunun için tasalanmıyordu. Tasalarının kaynağı Caleb’di. Onu ne zaman bırakacağını düşünüp duruyordu.
Yüzüne dönüp baksa onun öpüp öpmeyeceğini merak etti. Dudaklarını hissetmek için yanıp tutuşuyordu.
Başını çevirmeye çekindi. Bunu yapması için gereken ce- sareti toplayıncaya kadar sanki saatler geçti.
Ancak Caleb zaten diğer tarafa dönmüştü. Kuru otlara yaslanmış, gözleri kapalı, ateşin aydınlattığı yüzünde hafif bir gülümsemeyle uyuyakalmıştı.
Caitlin daha yakına sokulup arkaya yaslandı. Başı onun omzundan birkaç santim ötedeydi. Neredeyse temas edecek- lerdi.
Neredeyse… Bu kadarı onun için yeterliydi.
İkinci Bölüm
Caitlin ambarın kapısını açtığında kısık gözleriyle karla kaplı bir dünyanın karşısında kalakaldı. Beyaz gün ışığı, çarptığı her şeyden yansıyordu. Daha önce hiç tecrübe et- mediği bir acı çekerken elini gözlerine götürdü. Gözleri onu resmen öldürüyordu.
Caleb kollarıyla boynunu ince ve şeffaf bir malzemeyle sarmayı bitirir bitirmez onun yanına geldi. Bir sargı gibi duruyordu; fakat teninin üstüne koyar koymaz yok oluyor gibiydi. Caitlin gerçekten orada bir şey olup olmadığına bile rahatlıkla cevap veremezdi.
“O nedir?”
“Ten sargısı” dedi Caleb, gözleri aşağı bakarken. Kol- larıyla omuzlarını tekrar ve tekrar, dikkatlice sarıyordu. “Güneş ışığına çıkmamızı sağlayan şey bu. Bu olmazsa te- nimiz yanar.” Gözlerini ona çevirdi. “Senin ihtiyacın yok, henüz.”
“İhtiyacın olduğunu nasıl anlarsın?” diye sordu.
“İnan bana” dedi sırıtarak. “Anlarsın.”
Caleb elini cebine götürüp ufak bir göz damlası çıkardıktan sonra her iki gözüne birkaç damla bıraktı. Sonra dönüp ona baktı.
Caitlin’in gözlerinin yandığı aşikar olmalıydı ki Caleb, nazikçe elini alnına götürdü. “Kafanı arkaya yatır” dedi.
Caitlin denileni yaptı.
“Gözlerini aç” dedi.
Caitlin gözlerini açınca Caleb, her iki gözüne birer damla damlattı.
Öyle bir acı verdi ki Caitlin, başını eğip gözlerini kapa- mak zorunda kaldı.
“Ah” dedi gözlerini ovuşturarak. “Eğer bana kızdıysan söylemen yeterliydi.”
Caleb sırıttı. “Üzgünüm. İlk seferde biraz yakar; ama sonra alışırsın. Güneşe duyarlılığın birkaç saniye içinde yok olacak.”
Caitlin gözlerini kırpıştırarak açtı. Nihayet tam olarak aç- tığında gözleri yeniden harika durumdaydı. Caleb haklıydı. Tüm acı uçup gitmişti.
“Birçoğumuz zorunda kalmadıkça hâlâ gün ışığında do- laşmaya çıkmaz. Hepimiz gün ışığında daha zayıfız; ama ba- zen çıkmak zorunda kalırız.”
Ona baktı.
“Hani şu bahsettiğin okul” dedi. “Uzakta mı?”
“Kısa bir yürüyüş mesafesi” dedi onun koluna girip kar- ların içinde yürümeye başlayarak. “Oakville Lisesi. Birkaç hafta öncesine kadar orası benim de okulumdu. Arkadaşla- rımdan bir tanesi Sam’in yerini biliyor olmalı.”
Oakville Lisesi tam Caitlin’in hatırladığı gibiydi. Tekrar burada olmak gerçeküstü geliyordu ona. Binaya baktığında sanki kısa bir tatile çıkmış da şimdi normal hayatına geri dönmüş gibi hissetti. Hatta kısa bir süreliğine önceki hafta olan her şeyin sadece manyakça bir rüya olduğuna inandı için için. Tekrardan her şeyin normale döndüğünü, her şeyin tıpkı eskisi gibi olduğunu hayal etti. Bu iyi hissettiriyordu.
Ancak başını çevirip yanında duran Caleb’i gördüğünde hiçbir şeyin normal olmadığını anladı. Buraya gelmesinden daha gerçeküstü olan bir şey varsa o da yanında Caleb ile dönmüş olmasıydı. Eski okuluna kolunda bu yakışıklı mı yakışıklı, 180 santimden daha uzun boylu, geniş ve yapı- lı omuzları olan, tamamen siyah giyinmiş, uzun siyah deri ceketinin boynunu kapayan, yüksek yakalarının üstünden hafif uzun saçlarının süzüldüğü adamla girecekti. Caleb tam da şu popüler genç kız dergilerinden birinin kapağından fır- lamış gibi duruyordu.
Caitlin, diğer kızlar kendisini gördüğünde tepkilerinin ne olacağını hayal etti. Düşündükleri onu gülümsetti. Hiç- bir zaman özel bir popülaritesi olmamış ve hiçbir erkek ona özel bir ihtimam göstermemişti. Adı sanı duyulmamış biri sayılmazdı -bazı iyi arkadaşları olmuştu- fakat hiçbir zaman en popüler grubun ortasında olmuş da değildi. Ortalarda bir yerde olduğunu tahmin ediyordu. Böyleyken bile hep birbirine yapışık dolaşan, koridordan burnu yukarıda bir edayla yürürken kendileri kadar kusursuz olmayan herkesi görmezlikten gelen en popüler kızların birkaçı tarafından hor görüldüğü zamanları anımsıyordu. İşte şimdi, belki dik- katlerini çekerdi.
Caitlin ve Caleb merdivenlerden çıkıp okulun geniş çiftli kapısının içinden geçti. Caitlin saatine baktı: 8:30. Harika. İlk ders neredeyse bitiyor olmalıydı ve birkaç saniye içinde koridorlar insanla dolacaktı. Bu onları daha az göze batar hâle getirirdi. Böylece güvenlik görevlileri ya da koridor kar- tı gibi şeyler hakkında endişelenmesine gerek kalmazdı.
Tam da onu duymuşçasına zil çaldı ve birkaç saniye için- de koridorlar dolmaya başladı.
Oakville’in iyi tarafı, şu berbat New York City lisesinden apayrı bir dünya olmasıydı. Burada koridorlar doluyken bile manevra yapacak bir sürü yer oluyordu. Duvarlarda- ki büyük camlar ışığın ve gökyüzünün içeri sızmasına izin veriyordu ve gittiğiniz her yerde ağaçları görebiliyordunuz. Bu kadarı bile burayı neredeyse özlemesine yetiyordu; ne- redeyse.
Okul artık canına yetmişti. Teknik olarak mezun olması- na sadece birkaç ay kalmış