Sevilmiş . Морган Райс
gördü. Havadaki tek ses, onların çıkardığı hassas ve dikkat edilirse duyulabilecek çatırdamalardı. Başka bir dünyadan gelmiş gibi duruyorlardı; hafif bir pus etrafı kaplarken ışık- ları tuhaf şekillerde yansıtıyorlardı. Caitlin şu büyük buz kütlelerinden birinin üstüne oturup o nereye giderse onunla gitmek istedi bir an.
Her ikisi de kendi alemlerine dalmış hâlde sessizce yürü- yorlardı. Caitlin, Caleb’in önünde o şekilde hiddetlendiği için utanıyordu. Bu kadar vahşileştiği, içinde meydana gelen şeyleri durduramadığı için utanıyordu.
Aynı zamanda kardeşi adına, o bu şekilde davrandığı ve böyle aylaklarla takıldığı için utanıyordu. Onun daha önce hiç böyle davrandığını görmemişti. Caleb’i buna maruz kalmak zorunda bıraktığı için utanıyordu. Onu ailesiyle tanıştırmak için harika bir yoldu gerçekten! Onun hakkında kim bilir ne düşünüyordu. Her şeyden çok canını yakan şey buydu.
Hepsinden kötüsü, buradan sonra nereye gidecekleri so- rusu canını sıkıyordu. Babasını bulmak konusunda en iyi umudu Sam olmuştu. Başkaca bir fikri yoktu. Eğer olsaydı onu kendisi yıllar önce bulmuş olurdu. Caleb’e ne söylemesi gerektiğini bilmiyordu. Acaba şimdi yanından gidecek miy- di? Elbette gidecekti. Kendisinin ona hayrı dokunacak bir tarafı yoktu ve onun bulması gereken bir kılıç vardı. Ne diye onunla kalsındı ki?
Sessizce yürürlerken içini bir tedirginlik kapladı. Caleb’in ona gideceğini söylemek niyetiyle kelimelerini dikkatlice seçmek için doğru zamanı beklediğini düşünüyordu. Tıpkı hayatındaki diğer herkesin yaptığı gibi.
“Gerçekten çok üzgünüm” dedi sonunda yumuşak bir şekilde. “Orada öyle davrandığım için. Kontrolümü kaybet- tiğim için özür dilerim.”
“Üzülme. Sen yanlış bir şey yapmadın. Öğreniyorsun ve çok güçlüsün.”
“Aynı zamanda kardeşim öyle davrandığı için de özür di- lerim.”
Caleb gülümsedi. “Eğer yüzyıllar içinde öğrendiğim tek bir şey varsa o da aileni kontrol edemeyeceğindir.”
Sessizce yürümeye devam ettiler. Caleb nehre doğru baktı.
“Yani?” diye sordu sonunda. “Şimdi ne yapıyoruz?”
Caleb durdu ve ona baktı.
“Gidecek misin?” diye sordu tereddüt ederek.
Caleb derin düşüncelere dalmış gibi bakmaya devam etti.
“Babanın olabileceği başka bir yer biliyor musun? Onu tanıyan başka biri? Herhangi bir şey?”
Caitlin bunları zaten düşünmüştü. Hiçbir şey bilmiyor- du. Mutlak anlamda hiçbir şey. Başını iki yana salladı.
“Bir şeyler olmalı” dedi Caleb empati kurarak, “Zorla bi- raz. Hatıraların falan. Kafanda hiçbir anı yok mu?”
Caitlin hafızasını zorladı. Gözlerini kapayıp kendini ger- çekten hatırlamaya zorladı. Kendisine defalarca aynı soruyu sordu. Babasını rüyalarında o kadar fazla görmüştü ki artık hangisinin rüya, hangisinin gerçek olduğunu hatırlayamı- yordu. Kendisini bahçede koşarken ve babası uzaktayken, ardından o yaklaşmaya çalışınca babası gittikçe uzaklaşırken, defalarca gördüğü aynı rüyayı zaten ezbere biliyordu. Ancak bu o değildi. Onlar sadece rüyaydı işte.
Bir de küçükken onunla bir yerlere gittiğine dair sah- neler vardı. Yazın, diye düşündü içinden. Okyanusu hatır- ladı; ılıklığını, gerçekten ılık oluşunu. Bunun gerçek olup olmadığından emin değildi. Her şey daha da bulanıklaşıyor gibiydi. Bu kumsalın tam olarak nerede olduğunu hatırlaya- mıyordu.
“Çok özür dilerim” dedi. “Keşke elimde bir şey olsaydı. Senin için değilse bile benim için. Ancak yok. Nerede ol- duğu ya da onu nasıl bulacağım konusunda konusunda en ufak bir fikrim yok.”
Caleb yüzünü nehre doğru döndü. Derin derin iç çekti. Buza baktığında gözleri yine renk değiştirdi; bu sefer deniz grisiydiler.
Caitlin zamanın yaklaştığını hissediyordu. Her an ona doğru dönüp haberleri verebilirdi. Terk ediyordu işte. Artık onun işine yaramazdı.
Neredeyse onunla kalması için bir şeyler uyduracak, ba- bası hakkında bir yalan atacaktı; fakat bunu yapamayacağını kendisi de biliyordu.
Ağlamak istiyordu.
“Anlamıyorum” dedi Caleb hafifçe, gözlerini nehirden ayırmadan. “Senin ‘o’ olduğuna emindim.”
Sessizce bakmaya devam etti. Caitlin beklerken geçen her saniye, ona saatler gibi geliyordu.
Ona doğru dönüp nihayet, “Anlamadığım başka bir şey daha var” dedi. Kocaman gözleri hipnotize ediciydi.
“Senin etrafındayken bir şey hissediyorum. Ne olduğu anlaşılmaz bir şey. Diğerleri söz konusu olduğunda, ortak geçirdiğimiz hayatları, hangi şekilde olursa olsun, ne zaman yollarımızın kesiştiğini, hepsini görebiliyorum. Ancak sen olunca… Her şey puslu. Hiçbir şey görmüyorum. Bu bana daha önce hiç olmamıştı. Sanki… Bir şeyi görmekten alıko- nuyormuşum gibi.”
“Belki yollarımız hiç kesişmemiştir” diye cevap verdi Caitlin.
Caleb başını iki yana salladı.
“Öyle olsaydı görürdüm. Sen söz konusu olunca iki tarafı da göremiyorum. Keza geleceğimizi de… Bu bana daha önce hiç olmamıştı. Üç bin yıl boyunca, asla. San- ki… Seni bir yerlerden hatırlıyormuşum gibi hissediyo- rum. Sanki her şeyi görmenin eşiğine kadar gelmişim gibi. Tam aklımın kıyısında; ama gelmiyor bir türlü ve beni deli ediyor.”
“Eğer öyleyse belki hiçbir şey yoktur. Belki sadece şimdi ve buradan ibarettir her şey. Belki asla daha fazlası olmamış- tır ve belki asla olmayacaktır” dedi Caitlin.
Der demez ağzından çıkanlardan dolayı pişman oldu. İşte yine yapacağını yapmıştı, dilini tutamayıp asla o anlama gelmesini istemediği şeyleri çıkarıvermişti ağzından. Neden böyle konuşmak zorundaydı ki? Söyledikleri, hissettiği ve düşündüklerinin tam tersiydi. Şöyle demek istemişti oysa: Evet. Ben de aynısını hissediyorum. Sanki hep seninle olmuşum ve hep seninle olacakmışım gibi.
Ancak bunun yerine, her şey tam tersi şekilde çıkmıştı. Tedirgin olduğu içindi. Artık hiçbirini geri alamazdı.
Caleb hiç de yılmış gibi değildi. Hatta ileri doğru bir adım atıp tek elini kaldırdı ve Caitlin’in yüzünde duran saçı geri iterek yanağının üstüne koydu. Derin derin gözlerinin içine baktı. Caitlin, gözlerinin bu sefer griden maviye doğru renk değiştirişini izledi. Bakışları onun gözlerinin içine işliyordu. Aradaki temas nefes kesiciydi.
Tüm vücudunu saran sıcaklığı hissettiğinde kalbi çarp- maya başladı. Başı dönüyormuş gibi hissediyordu.
Acaba hatırlamaya mı çalışıyordu? Acaba hoşçakal demek üzere miydi?
Yoksa onu öpmek üzere mi?
Dördüncü Bölüm
Eğer Kyle’ın insanlardan daha fazla nefret ettiği birileri varsa o da politikacılardı. Yapmacıklıklarını, ikiyüzlü- lüklerini, kerameti kendinden menkul haklılıklarını kaldı- ramıyordu. Somut hiçbir temeli olmayan kibirlerine taham- mül edemiyordu. Bunların birçoğu en fazla yüz sene yaşardı. O ise beş bin yılı devirmişti. ‘Geçmiş tecrübelerinden’ ko-nuşmaya başladıklarında Kyle’ın midesi bulanıyordu.
Kyle’ın