Arzulanmış . Морган Райс
altında görebiliyordu. Paris, klasik mimarinin ve basit evlerin, taş ve toprak yolların, ağaçların ve kentleşmenin bir arada bulunduğu güzel, geniş bir şehirdi. Milyonlarca tatlı rengin karışımına bürünen gökyüzü, şehri canlı gibi gösteriyordu. Büyüleyici bir manzaraydı.
Bu manzaradan daha büyüleyici olansa, yavaşça kendi eline uzandığını hissettiği eldi. Başını çevirdiğinde Caleb’in de yanında durmuş manzarayı seyrettiğini fark etti. Tüm bunların gerçek olduğuna inanamıyordu. Caleb’in yanında olduğuna, gerçekten burada birlikte olduklarına inanamıyordu. Caleb’in onu tanıdığına, onu hatırladığına, onu bulduğuna inanamıyordu.
Hâlâ bir rüyada olup olmadığını merak etti.
Ancak orada durup, Caleb’in elini sıkıca tuttuğunda, bunun bir rüya olmadığını, uyanmış olduğunu biliyordu. Daha önce hiç bu kadar mutlu hissetmemişti. Bunca zamandır yalnızca onunla olmak için koşuyordu. Yalnızca ona kavuşmak için asırlarca öncesine bunca yolu kat edip gelmişti. Yalnızca onun hayatta olduğundan emin olmak için... Caleb, İtalya’da onu tanımadığında içinde bir şeyler paramparça olmuştu.
Ancak burada yanında olduğunu, yaşadığını ve kendisini hatırladığını düşündükçe —ayrıca Sera da etrafta yokken, Caleb tamamen ona kalmıştı— kalbi yepyeni umutlar ve hayallerle dolmuştu. Tüm bunların gerçek olabileceğini, planın gerçekten işe yarayacağını o ana kadar hayal bile edemezdi. O kadar kendinden geçmişti ki nereden başlayacağını ya da ne söyleyeceğini bile bilmiyordu.
Caitlin bir şey söylemeye fırsat bulamadan Caleb söze başladı.
“Paris,” dedi, yüzünde bir gülümsemeyle Caitlin’e dönerek, “Kesinlikle daha kötüsü de olabilirdi.” Caitlin de ona gülümsedi.
“Bütün hayatım boyunca burayı görmek istemiştim,” diye cevap verdi.
Sevdiğim birisiyle diye eklemek istedi ancak kendisine engel oldu. Caleb’le en son bir araya geldiğinden beri o kadar çok zaman geçmişti ki, kendini tekrar gergin hissetmeye başlamıştı. Bir taraftan sanki hep onunlaymış gibi hissediyordu, bir taraftan da onu ilk kez görüyormuş gibi.
Caleb, elini ona doğru uzattı.
“Paris’i benimle gezmek ister misin?” diye sordu. Caitlin elini Caleb’in avucuna yerleştirdi.
Dik yamaçtan aşağı Paris’e uzanan uzun mesafeye bakarak, “Yürümek için oldukça uzak,” dedi.
“Ben daha havalı bir şeyler düşünüyordum,” dedi Caleb. “Uçmak.”
Caitlin omuzlarını geriye doğru gererek kanatlarının ne durumda olduğunu anlamaya çalıştı. Beyaz kanı içtikten sonra kendisini oldukça gençleşmiş ve yenilenmiş hissediyordu ama uçabileceğinden emin değildi. Kanatlarının onu taşıyacağını umarak bir dağın tepesinden atlamaya hazır değildi.
“Henüz uçmaya hazır olduğumu düşünmüyorum,” dedi.
Caleb ona baktı ve durumu anladı. “Öyleyse benimle uç,” dedi ve bir gülümsemeyle ekledi, “Eskiden olduğu gibi.”
Caitlin de ona gülümsedi, arkasına geçti, omuzlarına ve sırtına tutundu. Kollarının arasında Caleb’in kaslı vücuduna sahip olmak ona iyi hissettirmişti.
Caleb birden hızla aşağıya atladığında, daha sıkı tutunacak zamanı zar zor bulabilmişti.
Daha ne olduğunun farkına varamadan uçmaya başlamışlardı. Caitlin kafasını Caleb’in omzuna dayamış, aşağıya bakıyordu. Günbatımında süzülerek aşağı, şehre yaklaşırlarken Caitlin içinde ona pek de yabancı olmayan o heyecanı hissetti. Nefes kesiciydi.
Ancak hiçbir şey onun tekrar Caleb’in kollarında olması, ona tutunması, onunla birlikte olması kadar nefes kesici değildi. Ona kavuşalı daha bir saat bile olmamıştı ama Caitlin şimdiden bir daha Caleb’den ayrılmamak için dua ediyordu.
Şu an üzerinden uçtukları Paris, 1789’daki Paris, birçok açıdan Caitlin’in 21. yüzyılda gördüğü Paris resimlerine benziyordu. Binaların çoğunu, kiliseleri, çan kulelerini, heykelleri hatırlayabiliyordu. Yüzyıllar öncesinde olmasına rağmen, Paris 21. yüzyıldaki şehrin aynısı gibi duruyordu. Floransa ve Venedik’teki gibi, geçen yüzyıllar boyunca çok az şey değişmişti.
Fakat başka açılardan şehir oldukça farklıydı. Yapılaşma 21. yüzyıldaki hâlini henüz almamıştı. Bazı yollar kaldırım taşı ile döşenmişse de birçoğu hâlâ topraktı. Ayrıca şehir daha az kalabalıktı ve evlerin arasından gittikçe içlere sokulan bir ormanın ortasındaymış hissini veren ağaç kümelerini görmek mümkündü. Arabaların yerini atlar, at arabaları, toprakta yürüyen ve yük arabaları iten insanlar doldurmuştu. Her şey daha yavaş ve sakindi.
Caleb dalışa geçmiş ve binaların bir adım üzerinde uçacakları seviyeye alçalmıştı. Binaların sonuncusunun üzerinden geçtiklerinde gökyüzü birdenbire açıldı ve şehrin tam ortasından geçen Seine Nehri önlerine uzandı. Sabahın ilk ışıklarıyla sarı bir pırıltıya dönen nehir Caitlin’in nefesini kesmişti.
Caleb daha da alçalarak nehrin üzerinde uçmaya başladı. Caitlin şehrin güzelliği ve romantikliğine hayran kalmıştı. Küçük bir ada olan Ile de la Cite’nin üzerinden uçarlarken Caitlin, devasa kulesi diğer her şeyin üzerinde dimdik yükselen Notre Dome’ı fark etti.
Caleb artık suların hemen üzerinde uçuyordu ve nemli nehir havası onları bu sıcak temmuz sabahında serinletiyordu. Onlar nehrin bir ucunu öbür ucuna bağlayan küçük kemerli sayısız köprünün üstünden ve altından uçarlarken Caitlin nehrin iki ucundaki Paris’i izleyebiliyordu. Sonra Caleb yükselmeye başladı ve nehir yatağının bir ucunda onları gelen geçenin görmesini engelleyecek, büyükçe bir ağacın arkasına yavaşça indi.
Caitlin etrafa baktı ve Caleb’in onları nehirle birlikte kilometrelerce uzanan resmî bir parka getirdiğini anladı.
“Tuileries Bahçeleri,” dedi Caleb. “21. yüzyıldaki bahçenin aynısı. Hiçbir şey değişmedi. Burası hâlâ Paris’teki en romantik yer.”
Gülümseyerek uzandı ve Caitlin’in elini tuttu. Bahçe boyunca uzanan bir yoldan aşağı yürümeye başladılar. Caitlin, hiç bu kadar mutlu hissetmemişti.
Caitlin’in sormak ve söylemek için yanıp tutuştuğu o kadar çok şey vardı ki nereden başlayacağını bilemiyordu. Ama bir yerlerden başlaması gerekiyordu. Bu yüzden son zamanlarda aklını en çok kurcalayan şeyle başlaması gerektiğine karar verdi.
“Teşekkürler,” diye başladı Caitlin, “Roma için. Kolezyum için. Ve de beni kurtardığın için. Eğer o anda gelmiş olmasaydın, neler olabileceğini düşünmek bile istemiyorum.”
Birden emin olamayarak Caleb’e döndü. Endişe ile, “Hatırlıyor musun?” diye sordu.
Caleb ona döndü ve başıyla onayladı. Caitlin doğru söylediğini biliyordu. Rahatlamıştı. Sonunda aynı sayfaya gelebilmişlerdi. Hafızaları geri dönmüştü. Sadece bu bile onun için dünyalara bedeldi.
“Ama seni ben kurtarmadım,” dedi Caleb. “Sen, bensiz de başının çaresine gayet iyi bakıyordun. Aksine sen beni kurtardın. Sadece seninle olmak bile… Sensiz ne yapardım bilmiyorum,” dedi.
Caleb’in elini sıkıca tuttuğunu hissettiğinde, bütün dünyası tekrardan bir araya gelmeye başlamıştı.
Bahçede sallana sallana dolaşırlarken, Caitlin merakla bin bir çeşit çiçeklere, fıskiyelere, heykellere göz gezdiriyordu. Burası hayatında gördüğü