Oruçla Gelen Sağlık. Jimmy Moore
FUNG
Dr. Jason Fung Toronto Üniversitesi’nde tamamladığı tıp öğreniminin ardından California Üniversitesi’nde nefroloji alanında ihtisas yaptı. Toronto, Ontario’da benzersiz bir yaklaşımla Tip 2 diyabet ve obezite tedavisi sunan ve oruç yöntemlerini kullanarak hastalarının insülin direnci, diyabet ve obeziteden kurtulmalarına yardımcı olan Yoğun Diyet Yönetimi Programı’nın kurucusu olan Dr. Fung The Obesity Code: Unlocking the Secrets of Weight Loss (Obezite Kodu: Kilo Vermenin Sırları) kitabının da yazarıdır. Halen Toronto’da yaşıyor.
Jimmy Moore seksen bir kilo vererek kolesterol, tansiyon ve solunum sorunlarından kurtulmasının ardından sağlık alanında boy göstermeye başladı. Livin’ La Vida Low-Carb blogunun ve iTunes’taki en uzun soluklu, en popüler sağlık poscast’i The Livin’ La Vida Low-Carb, Low-Carb Conversations ve Keto Talk podcast’lerinin yaratıcısı olan Moore uluslararası çok satan The Ketogenik Cookbook (Ketojenik Yemek Kitabı), Keto Clarity (Keto Arınması) ve Cholesterol Clarity (Kolesterol Arınması) kitaplarının da yazarıdır. Moore hakkında daha fazla bilgi için www.livinlavidalowcarb.com adresini ziyaret edebilirsiniz.
GİRİŞ
Dr. Jason Fung
Kanada’da, Toronto’da büyüdüm, Toronto Üniversitesi’nde biyokimya okudum, orada tıp fakültesine gittim ve ardından iç hastalıkları üzerine uzmanlığımı tamamladım.
Uzmanlığımı tamamladıktan sonra Los Angeles’ta California Üniversitesi’nde, Batı Los Angeles VA Tıp Merkezi’ne (o zamanlar VA Wadsworth deniyordu) bağlı Cedars-Sinai Tıp Merkezi’nde nefroloji (böbrek hastalıkları) çalışmalarımı sürdürdüm. Dahiliyenin her bölümünün kendine has özellikleri vardır ve nefrolojinin de ünü “düşünürlere layık bir uzmanlık alanı” olmasıdır. Böbrek hastalıklarında çok karmaşık sıvı ve elektrolit problemleri görülür ve ben bu bilmeceleri çözmeyi severim. 2001’de nefroloji kariyerime başlamak üzere Toronto’ya döndüm.
Tip 2 diyabet, böbrek hastalıklarının altında yatan en önemli ve en sık görülen neden; ben de bu hastalıktan mustarip birçok insanı tedavi ettim. Tip 2 diyabet hastalarının çoğu aynı zamanda obeziteden de mustarip. 2010 yılı başlarında bilmecelere olan ilgim, obezite ve Tip 2 diyabete olan mesleki ilgimle birleşti ve beni beslenme ve diyet konularına yönlendirdi.
Geleneksel ilaçları yazıp durmaktan, orucu da kapsayan yoğun diyet stratejileri reçete etmeye nasıl geçtim? Aksini düşünseniz de beslenme, tıp fakültelerinde detaylı işlenen bir konu değildir. Toronto Üniversitesi dahil birçok tıp okulu programında beslenme öğretimine çok az yer verir. Tıp fakültesindeki ilk yılımda, beslenme üzerine bir elin parmağını geçmeyecek kadar az dersimiz oldu, daha sonraki yıllarda, buna uzmanlık, araştırma ve staj dönemleri de dahil olmak üzere mezun olana kadar beslenme üzerine hiçbir eğitim verilmedi. Formel tıp eğitimi aldığım dokuz sene zarfında, sanıyorum beslenme üzerine toplam dört saat ders görmüşümdür.
Sonuç olarak, 2000’li yılların ortasına kadar beslenme konusuna genel geçer bir ilgiden fazlasını göstermedim. O zamanlar düşük karbonhidratlı beslenmeyi öneren Atkins diyeti çok meşhur olmuştu. Her yerdeydi. Ailemden kimi insanlar da bunu denemiş ve aldıkları sonuçlardan büyülenmişti. Ben de geleneksel eğitim almış çoğu doktor gibi eninde sonunda bunun bedelini arter damarların ödeyeceğini düşünüyordum. Binlerce başka doktor gibi ben de düşük karbonhidratlı diyetlerin sadece bir heves olduğuna ve en iyisinin düşük yağlı beslenme olduğuna inanıyordum, bize böyle öğretilmişti.
Daha sonra düşük karbonhidratlı beslenme üzerine yapılan araştırmalar New England Journal of Medicine gibi dünyanın prestijli tıp dergilerinde boy göstermeye başladı. Randomize-kontrollü deneyler Atkins diyetini çoğu sağlık personelinin önerdiği standart düşük yağlı diyetlerle kıyaslıyordu. Bu araştırmaların hepsinin vardığı sonuç aynıydı: Düşük karbonhidratlı beslenme kilo verme açısından düşük yağlı beslenmeden açık ara daha iyiydi. Daha çarpıcı olan ise –kolesterol, kan şekeri düzeyleri, tansiyon gibi– bütün kardiyovasküler hastalık risk faktörleri, düşük karbonhidratlı beslenmeyle daha iyiye gidiyordu. Bu bir bilmece, gerçek bir muammaydı. Benim maceram da böylece başladı.
Yeni araştırmalar, düşük karbonhidratlı beslenme yaklaşımının güvenilir bir yol olduğunu gösteriyordu. Ama bu beni ikna etmeye yetmedi çünkü hâlâ geleneksel “kalori içeri-kalori dışarı” yöntemine –kilo vermenin tek yolunun, harcadığınızdan daha az kalori almak olduğu fikrine– takılıp kalmıştım. Atkins gibi diyetler kalori kısıtlaması yapmıyordu ama insanlar buna rağmen kilo veriyordu. Bir yerde bir eksik var gibi geliyordu.
Bir olasılık, yeni araştırmaların hatalı olmasıydı. Ancak bu da pek mümkün görünmüyordu çünkü birden fazla araştırma aynı sonuçları ortaya koyuyordu. Dahası, bu araştırmalar binlerce hastanın Atkins diyetiyle kilo verdiğini klinik olarak doğruluyordu.
Mantıken bu çalışmaların doğru olduğunu kabul etmek “kalori içeri-kalori dışarı” yaklaşımının hatalı olduğunu kabullenmeyi gerektiriyordu. İnkâr etmeye ne kadar uğraşsam da “kalori içeri-kalori dışarı” yönteminin pek tutar yanı yoktu. Tamamen hatalıydı. Peki eğer “kalori içeri-kalori dışarı” yöntemi hatalıysa, doğru olan neydi? Kilo almaya neden olan neydi? Obezitenin etiyolojisi –altında yatan neden– neydi?
Doktorlar bu soru üzerine kafa yormaya hiç zaman ayırmamıştı. Neden? Çünkü cevabı zaten bildiğimizi düşünüyorduk. Aşırı kalori alımının obeziteye neden olduğunu düşünüyorduk. Ve eğer çok fazla kalori almak obeziteye neden oluyorsa, çözüm daha az kalori almak ve hareket miktarını artırarak daha fazla kalori yakmaktı. “Daha az ye, daha fazla hareket et” yaklaşımı. Ama bu yaklaşımda bariz bir sorun, geçtiğimiz elli yılda ölümüne uygulanmış ve işe yaramamıştı. Hangi açıdan bakılırsa bakılsın, neden işe yaramadığı çok önemli değil (yine de 5. Bölüm’de bunu detaylı inceleyeceğiz); sonuçta hepimiz denedik ve işe yaramadığını gördük.
Obezitenin altında yatan sebebin, kalori dengesizliğinden ziyade hormonal dengesizlik olduğu ortaya çıktı. İnsülin bir yağ-depolama hormonu. Yemek yediğimizde insülin yükseliyor ve bedenimize aldığımız yiyecek enerjisinin bir kısmını daha sonra kullanmak üzere depolama sinyali veriyor. Bu binlerce yıldır insanlığın kıtlık dönemlerinde hayatta kalmasını sağlayan doğal ve gerekli bir süreç ama aşırı ve sürekli yüksek insülin düzeyleri obeziteye yol açıyor; öyleyse çözüm açıkça ortada, insülinin düşürülmesi gerekiyor. Hem ketojenik diyet (düşük karbonhidratlı, orta proteinli, yüksek yağlı beslenme) hem de aralıklı oruç yüksek insülin düzeylerini düşürmek için harika yöntemler.
Bununla birlikte, Tip 2 diyabet üzerine yaptığım çalışmalar sırasında çok yakından ilişkili olan bu iki problemin, obezite ile Tip 2 diyabetin tedavisi arasında bir tutarsızlık olduğunu gördüm. İnsülini azaltmak obezitenin çözümüne yardımcı olabilirdi ama benim gibi doktorlar, hem Tip 1 hem de Tip 2 diyabet için her derde deva niyetine insülin tedavisi veriyordu. İnsülin elbette kan şekerini düşürüyordu. Ama kilo aldırdığı da kesindi. Sonunda fark ettim ki cevap aslında çok kolaydı. Yanlış tedavi uyguluyorduk.
Tip 1 diyabet, Tip 2 diyabetten tamamen farklıdır. Tip 1 diyabette vücudun kendi bağışıklık sistemi pankreastaki insülin üreten hücreleri yok eder. Azalan insülin yüksek kan şekerine neden olur. Bu nedenle, en başta insülin düzeyleri düşük olduğu için bu problemi insülin desteği vererek tedavi etmek mantıklıdır. Ve kesinlikle işe yarar.
Ancak Tip 2 diyabette insülin düzeyleri yüksektir. Kan şekeri, vücut insülin üretemediği için değil, insüline dirençli hale geldiği için yükselir – vücut insülinin işini yapmasına izin vermez. Tip 2 diyabet tedavisi için fazladan insülin reçete ederek aslında altta yatan asıl nedeni, insülin direncini tedavi etmiyorduk. Bu nedenle zaman içinde hastalar Tip 2 diyabetlerinin daha kötüye gittiğini görüyor ve gitgide daha yüksek dozlarda ilaca ihtiyaç duyuyordu.
Peki en başta insülin direncine neden olan şey neydi? Asıl soru buydu. En nihayetinde, bunun nedenini bilmezsek, altta yatan hastalığı tedavi edemeyiz Anlaşıldığı üzere, insülin direncine yine insülin neden olur. Vücut herhangi bir maddeye aşırı