Azla Mutlu Olmak. Фрэнсин Джей
Hafif ve zarafetle yaşamış, sadece temel ihtiyaçlara ve özel birkaç nesneye sahip birisi olarak hatırlanmak istemez miydiniz?
Biraz zaman ayırın ve zihinsel olarak ”malınızı mülkünüzü” sınıflandırın. Eşyalarınız sizin hakkınızda neler söylüyor? Umarım, “Doğrusu, yemek paketi servis kutularına çok düşkündü” ya da “Garip, eski takvimler topladığından haberim yoktu” demiyorlardır. Mirasçılarınıza bir iyilik yapın ve siz göçüp gittikten sonra onları bir ev dolusu ıvır zıvır içinde didinmekten kurtarın. Aksi durumda, öbür dünyadan buraya göz attığınızda muhtemelen büyük bir satış alanında yabancıların “hazinelerinizi” eşelediğini göreceksiniz.
Tamam söz, daha fazla felaket tellallığı yok – bu neşeli bir kitap! Mesele şu, günlük rutinimizden bir sapma (bu bir tatil ya da felaket olabilir) eşyalarımıza farklı bir açıdan bakmamıza yardımcı olur. Bu tür senaryolar bize gösterir ki, hayatın büyük resminde eşyalarımızın hiç önemi yoktur ve bunu kavradığımızda üzerimizdeki etkilerini zayıflatmayı başararak onlardan kurtulmaya hazır (ve istekli) oluruz.
6. İyi Bir Bekçi Olun
İngiliz yazar ve tasarımcı William Morris’in şu sözü benim en sevdiğim minimalist alıntılardan biridir: “Yararlı olduğunu bilmediğiniz ya da güzel olduğuna inanmadığınız hiçbir şeyi evinizde tutmayın.” Bu harikulade bir duygu ama tam olarak nasıl hayata geçirmeli? Nihayetinde, yararsız ya da çirkin şeyleri bilerek evlerimize almıyoruz ama bir şekilde bu pek de istenmeyen şeyler içeri girmenin bir yolunu buluyorlar. Çözüm: iyi bir bekçi olmak.
Kavram son derece düz mantık: Şeyler evlerimize iki yoldan biriyle girer; ya biz satın alırız ya da bize verilirler. Ne düşünürsek düşünelim, kafamızı başka yöne çevirdiğimizde, kendilerine bir sığınak aramak için içeri sıvışmıyorlar. Yoktan var olmadıkları gibi arkamızı döndüğümüzde üremiyorlar da (ataçlar ve plastik yemek kutuları hariç). Ne yazık ki sorumluluk sadece bizim omuzlarımızda: Onları içeri biz alıyoruz.
Sahip olduklarınızı değerlendirdikçe her birine nasıl hayata geldiğini sorun. Siz mi aradınız, parasını verdiniz ve heyecanla evinize ya da dairenize getirdiniz? Chicago’daki o konferanstan ya da Hawaii gezisinden sizi eve kadar takip mi etti? Ya da renkli kâğıt ve nazik bir selamın altında gizlenerek mi içeri sızdı?
Evlerimiz kalelerimizdir ve onları korumak için epey kaynak ayırırız. Haşerat ilaçları sıkarak böcekleri dışarıda tutarız, kirli maddeleri engellemek için hava filtreleri kullanırız ve davetsiz misafirlere karşı alarm sistemleri kurarız. Neyi gözden kaçırıyoruz? Eşya kalabalığını önlemek için bir barikat! Henüz pazarda böyle bir ürün görmediğimden meseleyi kendimiz ele almalıyız.
Ne satın aldığımız konusunda tam bir kontrol sahibi olacak gücümüz var. Bir şey alışveriş arabanıza sızdığında savunmanızı düşürmeyin – aslında yoğun bir sorgulamadan geçmeyen hiçbir şeye kasaya kadar eşlik etmeyin. Her potansiyel satın almadan önce şunları (zihninizde!) sorun: “Evimde bir yeri hak ediyor musun?”, “Evime ne gibi bir değer katacaksın?”, “Hayatımı kolaylaştıracak mısın?”, “Değerinden fazla soruna mı neden olacaksın?”, “Seni koyacak yerim var mı?”, “Seni sonsuza kadar (ya da en azından uzun bir süre) tutmak isteyecek miyim?”, “İstemeyeceksem, senden kurtulmak ne kadar zor olacak?” Son soru beni hatıra eşyalarla dolu bir valizi Japonya’dan eve kadar sürüklemekten kurtardı – çünkü bir şey anılara sahip olduğunda ondan kurtulması epey zor olur.
İşte bakın, o kadar da zor değil. Tek yapmamız gereken durmak ve satın almadan önce “Neden?” diye sormak. Ama ya sahip olmayı seçmediğimiz –ve çoğunlukla da istemediğimiz– o şeyler? (Hediyeler, eşantiyonlar ve promosyon nesneleri, sözüm size!) Bunları reddetmek zor (ya da kaba) olabilir, yine de evlerimizde bir kez yer bulduklarında tahliyeleri daha da zor olabilir.
Tek yapmamız gereken durmak ve satın almadan önce “Neden?” diye sormak.
En iyi savunma saldırıdır, özellikle de eşantiyonlar söz konusu olduğunda. Bunları nezaketle reddetmeyi öğrenmek değerli bir tekniktir ve sandığınızdan daha fazla işe yarar. Şirket logosu taşıyan magnetleri, kalemleri ve kâğıt ağırlıklarını bırakıp bir kartvizit kabul edin. Alışveriş merkezinde (hey bir dakika – ne yapıyordunuz orada?) kozmetik numunelerini, süpermarketlerde deterjan örneklerini geri çevirin. Bir banka hesabı açtığınızda önerilen tost makinesini reddedin. Bir yolunu bulun ve otellerdeki o ufak losyonları ve şampuanları ait oldukları yerde bırakın. Gerçekten kullanmaya niyetiniz yoksa o minyatür şişelerin dolaplarınızı kalabalıklaştırmasına izin vermeyin.
Diğer yandan hediyeler başka taktikler gerektirir. Size bir hediye sunulduğunda reddetmek seçenekler arasında bile yoktur. Bulduğum en iyi çözüm, bunları nazikçe kabul etmek ama minnettarlığı da abartmamak. (Aksi durumda kesinlikle yenileri gelecektir!) O halde çabalarımızı –kendimizi karşılıklı hediye yarışından kurtararak– yeni hediyelerden kaçınmak ve aldığımız ama istemediklerimizle baş etmek üzerinde yoğunlaştırmalıyız. Bu çetrefilli araziyi 28. Bölüm’de dolaşacağız.
İyi bir bekçi olmak için evinizi kutsal bir mekân olarak düşünmelisiniz, bir depolama alanı olarak değil. Yolunuza çıkan her başıboş nesneye ev sağlamaya zorunlu değilsiniz. Bunlardan bir tanesi içeri sızmaya ya da aklınızı çelmeye çalıştığında, unutmayın ki giriş izni vermeme hakkına sahipsiniz. Eğer nesne fonksiyon ya da güzellik anlamında hayatınıza değer katmayacaksa “Üzgünüz, Yer Yok” tabelasını asıverin. Basit bir cepheden püskürtme sizi ileride bir ton zahmetten kurtaracaktır.
7. Boş Alanı Kucaklayın
Alıntıları sevdiğinizi umuyorum, çünkü bu bölüme sevdiğim başka bir alıntıyla başlıyorum: “Müzik notalar arasındaki alandır.” Besteci Claude Debussy’nin bu sözlerini ben şöyle yorumluyorum: Güzellik, takdir edilebilmek için belli bir miktar boşluğa ihtiyaç duyar – aksi durumda elinizde sadece kaos ve kakofoni olur.
Kendi amacımıza uygun olarak, bu fikre minimalist bir anlam katacağız ve diyeceğiz ki, “Hayat eşyalarımız arasındaki alandır.” Çok fazla yığılma yaratıcılığımızı boğabilir ve hayatımızın ahengini bozabilir. Ya da tersi, ne kadar çok alanımız varsa o kadar güzel ve ahenk içinde yaşayabiliriz.
Alan: Aslında gerçekte var olan bir şey değildir ama yine de asla yeteri kadar yok gibi görünür. Yokluğu bizi boşu boşuna strese sokar; aslında evlerimizde, dolaplarımızda ve garajlarımızda daha fazla alana sahip olmak için yapamayacağımız şey yoktur. Eskiden daha fazlasına sahip olduğumuzu hatırlarız ve ortadan kaybolmuş olması endişe kaynağıdır. Çevremize bakıp merak ederiz: “Nereye gitti bu?”
Evimize ilk taşındığımız gün nasıl göründüğü hakkında güzel hatıralarımız vardır; bütün bu muhteşem boş mekân! Ama ne oldu? Artık hatırladığımız kadar etkileyici değil evimiz. Doğrusu, alanımız bir yere gitmedi. Nerede bıraktıysak orada duruyor. Değişen alan değil, bizim önceliklerimiz. Dikkatimizi eşyalara o kadar çok verdik ki alanı tamamen unuttuk. Bu ikisinin karşılıklı olarak uzlaşmaz oldukları olgusunu gözden kaçırdık – evlerimize getirdiğimiz her yeni şey için alanımızın bir kısmı ortadan kaybolur. Sorun: Eşyalarımıza alanımızdan daha fazla değer veriyoruz.
Ama işte güzel haber: Alanın kaybedilmesi ne kadar kolay olsa da geri kazanılması da aynı derecede kolaydır. Bir nesneden kurtulun, işte! Alan! Başka bir eşyadan daha kurtulun, işte! Daha fazla alan! Kısa sürede, tüm bu küçük alanlar birbirlerine eklenerek büyük bir alan meydana getirirler ve yeniden ortalıkta gezinebilmeye başlarız. Yeniden keşfedilmiş bu alandan yararlanın