Gülümseyen Adam. Хеннинг Манкелль
olabilir gibi görünüyordu. Beklenmedik bir olay olmazsa en azından yaşayacak bir yirmi yılı daha vardı. Kafasını en çok kurcalayan şey, polisliğe dönüp dönemeyeceği ya da yapacak başka bir şey bulması gerekip gerekmeyeceğiydi. Sağlık nedenleriyle erken emekli olmayı düşünmekten kaçınıyordu. Bu, başa çıkabileceğini düşünemediği bir olasılıktı.
Zamanını genellikle yoğun sisle kaplı kumsalda geçirdi, nadir de olsa hava açık ve temiz, deniz ışıltılı olur, martılar yukarda süzülürdü. Bazen kendini, arkasında takılı olması gereken anahtarı kaybolmuş, dolayısıyla yeni bir enerji kaynağı bulma ve hareket etme imkânından yoksun kurmalı bir oyuncak gibi hissediyordu. Polislikten ayrılmak zorunda kalması durumunda seçeneklerinin ne olabileceğine kafa yoruyordu. Belki bazı şirketlerde güvenlik görevlisi ya da ona benzer bir şey olabilirdi. Doğrusu polis olarak çalışmasının suçluları kovalamak dışında ona ne gibi nitelikler sağladığını bilemiyordu. Polis olarak çalıştığı yılları geride bırakıp temiz bir sayfa açmaya karar vermedikçe seçenekleri kısıtlıydı. Fakat ellisine merdiven dayamış ve yalnızca karmaşık olay yerlerinin sırrını çözmekte şöyle böyle ustalaşmış eski bir polisi kim işe almak ister ki?
Acıktığında kumsaldan ayrılıp kum tepelerinde kuytu bir köşe buldu. Öğle yemeğini iştahla yedi, soğuk kumlardan korunmak için çantasının üzerine oturdu. Yemeğini yerken yeterince başaramasa da geleceğinden başka şeyler düşünmeye çalıştı. Gerçekçi olmak için çok çaba sarf etti, gerçek dışı hayalleri savuşturmak zorundaydı.
Bütün diğer polisler gibi o da bazen diğer tarafa geçmeye özenmişti. Suçluya dönüşen ve yakayı ele vermelerini engelleyecek temel polis bilgilerini kullanmakta başarısız polisleri gördüğü zaman hayrete düşmekten kendini alamazdı. Onu kısa sürede zengin ve özgür yapacak planlar sıklıkla aklından geçerdi fakat bu tür düşüncelerden ürpertiyle kurtulması ve kendine gelmesi çok sürmezdi. En az istediği şey, zamanının çoğunu neredeyse hiç kazanamadığı at yarışlarına harcayan ve bunu takıntı hâline getirmiş gibi görünen iş arkadaşı Hansson’a benzemekti. Wallander zamanını bu şekilde israf ettiğini hayal bile edemiyordu.
Polislik görevine dönmeye zorunlu olup olmadığı meselesi aklını kurcalamaya devam ediyordu. Yeniden işe başla, bir yıl önce yaşananların hatıralarıyla savaş ve belki bir gün bununla yaşamayı öğrenirsin. Tek gerçek seçenek daha önce olduğu gibi yoluna devam etmesiydi. Hayatta bir anlam parıltısı bulmasının en iyi yolu buydu: İnsanların mümkün olduğunca güvenli bir şekilde yaşamalarına yardım etmek ve en kötü suçluları sokaklardan uzaklaştırmak. Bundan vazgeçmek yalnızca –belki de pek çok meslektaşından– daha iyi yaptığını bildiği bir işe sırtını çevirmek olmayacaktı, aynı zamanda içinde, derinlerde bir yerde var olan, ondan daha büyük bir şeyin parçası olma hissinin ve hayatını yaşamaya değer kılan bir şeylerin kökünü kazımak olacaktı.
Buna rağmen sonunda, Skagen’deki ilk haftasında sonbaharın kışa dönme emareleri gösterdiği günlerde artık işinin başına geçemeyeceğini kabullenmek zorunda kaldı. Polis memuru olarak kariyeri bitmişti, önceki yıl yaşadıklarının açtığı yaralar Wallander’i geri dönülmez bir şekilde değiştirmişti. Kumsalın kesif bir sis tabakasıyla kaplı olduğu bir öğle sonrasında bu konuyla ilgili bütün olumlu ve olumsuz yönleri düşündüğüne karar verdi. Doktoruyla ve Björk’le konuşacak ve görevine geri dönmeyecekti.
Kalbinde belli belirsiz bir rahatlama hissetti. En azından şimdilik skoru biliyordu. Geçen yıl sis nedeniyle hiçbir şeyin net olarak görünmediği, koyunlarla dolu o tarlada öldürdüğü adam rövanşını almıştı.
O akşam bisikletle Skagen’e gitti ve müşterilerin az ve birbirinden uzak, müziğin fazlasıyla gürültülü olduğu, sigara dumanıyla kaplı küçük bir barda içti. Bu kez, sarhoşluğunun diğer günlerde tekrar etmeyeceğini biliyordu. Bu defaki yalnızca farkına vardığı kaçınılmaz sonucun onaylanmasıydı, artık polis olarak yaşadığı hayatın sonuna gelmişti. Gecenin ilerleyen saatlerinde pansiyona bisikletle dönerken yere düştüğünde yanağı çizildi. Pansiyon sahibi yokluğunu fark edip onu beklemişti. Wallander karşı çıkmasına rağmen yüzündeki kanı temizlemek ve kirli elbiselerini yıkamak için ısrar etti. Sonra da odasının kapısını açmasına yardım etti.
“Bu akşam sizi arayan bir adam vardı,” dedi kadın, anahtarı geri verirken.
Wallander boş gözlerle baktı.
“Beni sorabilecek birisi yok,” dedi. “Burada olduğumu kimse bilmiyor.”
“Fakat birisi sordu. Sizi bulmayı çok istiyordu.”
“Herhangi bir isim verdi mi?”
“Hayır. Ama İsveçliydi.”
Wallander kafasını salladı, kadının söylediklerini aklından çıkarmaya çalıştı. Kimseyi görmek istemiyordu, onu görmek isteyecek kimse de yoktu, bundan emindi.
Ertesi gün tekrar içtiği için bin pişman bir hâlde kumsala gitti, pansiyon sahibinin söyledikleri çoktan aklından çıkmıştı. Sis yoğundu ve kendini çok yorgun hissediyordu. İlk defa kendine bu kumsalda ne aradığını sordu. Bir kilometre kadar yürüdükten sonra devam etmeye takati olmadığını düşündü ve ters dönüp yarıya kadar kuma gömülmüş büyük ve hurda bir teknenin gövdesinin üzerine oturdu.
Tam o sırada sisin içinden ona doğru yaklaşan adamı fark etti. Sanki birisi sonsuz sayıdaki kum tanelerinin üzerindeki şahsi odasının mahremiyetini ihlal ediyordu. İlk gördüğü parka giymiş, kafasına küçük gelen bir şapka takmış yabancının bulanık görüntüsüydü. Sonra adam az çok tanıdık gelmeye başladı, ancak iyice yaklaşıp da Wallander ayağa kalkıncaya dek kim olduğunu çıkaramadı. El sıkıştılar ve Wallander nasıl olup da bu sığınağının keşfedildiğini merak etti. Sten Torstensson’u en son ne zaman gördüğünü hatırlamaya çalıştı ve geçen yılki o uğursuz ilkbaharda, bir mahkemede gördüğünü anımsadı.
“Dün gece pansiyona seni görmeye geldim,” dedi Torstensson. “Rahatsız etmek istemem tabii ki, ama seninle konuşmak zorundayım.”
Bir zamanlar ben polistim, o da avukat, hepsi bundan ibaret, diye düşündü Wallander. Eskiden suçluların farklı taraflarında otururduk, sık olmasa da zaman zaman bir tutuklama kararının haklı olup olmadığını tartışırdık. Mona’dan zorlu boşanma sürecimde benim çıkarlarımı gözettiği için birbirimizi biraz daha iyi tanıdık. Bir gün birbirimize kanımızı kaynatan, bir arkadaşlığın başlangıcı olabilecek bir şey oldu. Arkadaşlıklar genellikle kimsenin bir mucize beklemediği görüşmelerde gelişir. Fakat hayattan öğrendiğime göre arkadaşlığın kendisi bir mucizedir. Beni bir hafta sonu tekneyle denize açılmaya davet etmişti. Fırtına vardı ve ben tekrar tekneye binmeyeceğime yemin etmiştim. Sonra sık sık ya da düzenli olmasa da görüşmeye başladık. Şimdi de izimi buldu ve benimle konuşmak istiyor.
“Birisinin beni aradığından haberim var,” dedi Wallander. “Beni burada nasıl bulabildin?”
Kumsaldaki sığınağında rahatsız edilmesinden hoşnut olmadığını belli ettiğinin farkındaydı.
“Beni tanıyorsun,” dedi Torstensson. “Baş belası birisi değilim. Hatta sekreterim bazen rahatsız edici davranmaktan korktuğumu bile iddia ediyor, bununla ne demek istiyorsa. Ama yine de Stockholm’deki kız kardeşini aradım. Daha doğrusu babanla irtibata geçtim ve o da kız kardeşinin numarasını verdi. Kız kardeşin pansiyonun adını ve yerini biliyordu. Ve işte buradayım. Gece sanat müzesinin yanındaki otelde kaldım.”
Rüzgâr arkalarından eserken kumsalda yürümeye başladılar. Daima köpeğiyle dolaşan kadın durmuş onlara bakıyordu.