Cehennem. Henri Barbusse
arıyor. Alçak sesle isimlerini söylüyor… Sesinde, çocukların varlığıyla şaşırtıcı derecede uyumlu bir yumuşaklık, neredeyse hüzün var.
– Burada mısınız çocuklarım? Ne yapıyorsunuz burada? diyor art niyetsiz bir gülüş eşliğinde. Gelin hadi, sizi arıyorlar…
Yaşlı yüzü solgun olsa da, boynuna kadar kapalı elbisesiyle meleksi bir görünüşü var. Hayatın muazzam akışına hazırlanan bu ikilinin yanında, pasif, işe yaramaz bir çocuğa dönüşüyor…
Çocuklar kadının kollarına atılıp, alınlarını onun o kutsal dudaklarına dayıyorlar. Sanki sonsuza kadar veda ediyor gibiler.
Büyükanne gidiyor. Hemen ardından, onlar da, geldikleri gibi aceleyle çıkıyorlar. Görünmez ve yüce bir bağ öylesine bir araya getirdi ki onları, girerken olduğu gibi el ele tutuşmuyorlar. Ama eşikte durup bir kez daha birbirlerine bakıyorlar.
Şimdi oda kimsesiz bir mabet gibi boşken, birbirlerine nasıl baktıklarını düşünüyorum, ilk aşk bakışlarına şahit oldum.
Benden önce hiç kimse, bir ilk aşk bakışı görmedi. Onların hem yanında, hem uzaklarındaydım. Eylemin baş döndürücülüğüne kapılmadan, duyguların içinde kaybolmadan, her şeyi bir kitap gibi okuyor ve anlıyordum. İşte bu yüzden gördüm o bakışı. Onlar, ne başladığı anı biliyorlar, ne de bunun bir ilk olduğunu. Daha sonra bunu unutacaklar, kalplerinde art arda açan çiçekler bu ilk anları yok edecek. İnsan o ilk bakışı hiçbir zaman bilemez, tıpkı son bakışını bilemeyeceği gibi.
Oysa ben onlar unuttuğunda bile hatırlamaya devam edeceğim.
Ben kendi ilk bakışımı, ilk aşk armağanımı hatırlamıyorum. Ama sonuçta yaşandı. Bu kutsal sıradanlıklar kalbimden silindi. Tanrım, neyin hatırasını sakladığım kimin umurunda! Bir zamanlar olduğum o küçük çocuk gözlerimin önünde ebediyen öldü. Ben ondan uzun yaşadım, ama unutuş acı verdi bana. Sonunda yenildim, yaşamanın kederi harabeye çevirdi beni ve onun küçük çocuğun ne bildiğini neredeyse hiç bilmiyorum. Tesadüf eseri, olur olmaz şeyler hatırlıyorum, ama o en güzel ve en tatlı hatıralar hiçliğin içinde kayıp.
İşte az önce dinlediğim, insanı rahatlatıp gülümseten, sonsuzlukla dolu bu şefkatli ilahiyi, bu değerli şarkıyı alıp saklıyorum. Benim o. Kalbimde atıyor. Onu çaldım belki ama gerçeğin elinden kurtardım.
V
Oda, koca bir gün boyunca boş kaldı. İki kez fena halde umutlandım, ardından hayal kırıklığı.
Beklemek, alışkanlığım, adeta mesleğim haline geldi. Randevularımı iptal ettim, yürüyüşlerimi erteledim, işimi kaybetme pahasına, zamanımı boşa çıkardım. Hayatımı yeniden düzenledim, taze bir aşka hazırlanır gibi. Odamı sadece yemek odasına inmek için terk ediyordum, orada da hiçbir şey artık oyalamıyordu beni.
İkinci gün, odanın yeni bir konuğu ağırlamak için hazırlanmış olduğunu gördüm. Bekliyordu. Oda, tıpkı düşüncelere dalmış biri gibi gizemini korurken, ben gelecek konuğa dair bin bir hayal kuruyordum.
Önce alacakaranlık geldi, ardından odayı değiştirmeden büyüten akşam. Kapı karanlığın içine açıldığında, ben çoktan umutsuzluğa kapılmaya başlamıştım bile. Eşikte bir erkek gölgesi belirdi.
Akşam karanlığında zar zor seçiliyor.
Siyah ya da siyaha çalan giysiler, ucundan ince ellerinin sarktığı süt beyaz manşetler, diğer her şeyden sanki biraz daha beyaz bir yaka. Yuvarlak ve grimsi yüzünün üzerinde gözlerinin ve ağzının yarattığı karanlık çukurları, çenesinin altındaki gölgeden oyuğu görüyorum. Altın sarısı alnı belli belirsiz parlıyor, karanlık bir çizgi elmacıkkemiklerini belirginleştiriyor. Bu haliyle onu bir iskelet sanmak mümkün. Böyle tüyler ürpertici bir görünüm sergileyen bir mahluk başka ne olabilir ki? …
Yaklaşıyor, yaklaştıkça canlanıyor. Yakışıklı bir adam bu.
İnce siyah bir sakalla çevrelenmiş sevimli ve ciddi bir yüzü var. Parlak gözler, geniş bir alın. Kibirli bir zarafet hakim hareketlerine.
İki adım attıktan sonra, dönüp aralık bıraktığı kapıya bakıyor. Kapının gölgesi bir serap gibi titriyor, eşikte bir siluet beliriyor, ardından vücut buluyor. Siyah eldivenli küçük bir el kapının kanadına kenetleniyor ve bir kadın, yüzünde sorgulayan bir ifadeyle, odaya giriyor.
Sokakta, adamın birkaç adım gerisinden gelmiş olmalı. Peşlerindeki bir şeyden kaçıp sığındıkları bu odaya birlikte girmek istememişler belli ki.
Kadın, kapıyı itip, varlığıyla daha sıkı kapatmak istercesine sırtını dayıyor ona. Başını yavaşça adama doğru çeviriyor, bir anlığına, karşısındakinin o olmayabileceği endişesiyle donup kaldığını hissediyorum. Birbirlerine bakıyorlar. Tutkulu ve bastırılmış bir çığlık, sessizce gidip geliyor aralarında. Sanki ortak yaraları yeniden açılıyor.
– Sen!
– Sen!
Kadının gücü tükenmiş gibi. Bir fırtına tarafından sürükleniyormuşçasına adamın göğsüne doğru atılıyor.
Neredeyse baygın halde kendini onun kollarına bırakıyor. Adamın solgun büyük ellerinin kadını sırtından kavradığını görüyorum. Bir çeşit umutsuz titreyiş ele geçiriyor ikisini. Sanki odanın içinde tutsak kalmış devasa bir melek, çırpınıyor, kaçmak için boş yere mücadele veriyor. Oda, akşamla dolu olmasına rağmen, bu çift için fazla küçük gibi geliyor bana.
– Kimse görmedi bizi!
Önceki gün, iki çocuk da aynı cümleyi sarf etmişti.
Adam, “Gel” diyor kadına. Pencerenin yanındaki divana götürüyor onu. Kırmızı kadifenin üzerine oturuyorlar. Kolları birbirine dolanıyor. Orada, düşüncelere dalmış, öylece kalıyorlar. Dünyanın bütün gölgeleri etraflarında toplanıyor sanki. Orada yeniden can buluyor, varlıklarında geceyi ve yalnızlığı keşfederek, yeniden var olmaya başlıyorlar.
Ne başlangıç ama! Benim adıma ne şanssızlık!
Kadın eşikte belirip de gözle görülür şekilde adama doğru sürüklendiğinde, aklımdan günaha girecekleri düşüncesi geçmiş, büyük bir mutluluğa tanık olacağımı sanmıştım. Bütünlüğü içinde, sadece güzel değil, aynı zamanda yabanıl ve hayvansı olan, doğa kadar gerçek bir mutluluğa. Aksine, bu buluşma, daha çok, yürek parçalayan bir vedaya benziyor.
– Demek hep korkacağız? …
Şimdi biraz sakinleşmiş görünen kadın, endişeyle, sanki gerçekten bir cevap alabilecekmiş gibi adama bakarak söyledi bunu.
Ürperiyor, karanlığın içinde büzülüyor. Parmakları, bir heykel gibi dimdik ve kaskatı oturan adamın parmaklarını sıkıyor sinirle. Boğazı, dalgalı bir deniz gibi, bir yükselip bir iniyor. Birbirlerine değerek orada öylece duruyorlar; ama geçmek bilmeyen bir korku, birbirlerine dokunmalarına engel oluyor.
– Hep korkacağız… Hep… Sokaktan uzakta, güneşten uzakta, her şeyden uzakta, korkacağız… Oysa ben, ışıklı ve güneşli bir alınyazısı isterdim! diyor kadın göğe bakarak. Kelimeleri kanatlanırken, göğün maviliği yüzüne vuruyor.
Korkuyorlar. Korku onları biçimlendiriyor, derinliklerinde dolanıyor. Gözleri, ruhları, kalpleri korkuyor. Her şeyden çok da, aşkları korkuyor.
…Adamın yüzünden kederli bir gülümseme