Cehennem. Henri Barbusse
oluyor da insan gördüğünü söyleyemiyor? Nasıl oluyor da, gerçek, sanki gerçeğe ait değilmiş gibi, önümüz sıra kaçıyor ve nasıl oluyor da insan, tüm içtenliğine rağmen, içten olamıyor? Bir şey ismiyle çağrıldığında, bellekte canlanmıyor. Kelimeler, kelimeler… Ne olduklarını bilmedikten sonra, onları çocukluktan beri tanıyor olmak neye yarar ki?
Titremem, kederim, bunalımım kayboluyor. Unutulmaya mahkûmum. İnsanlar önümden bana bakmadan ya da beni görmeden geçecekler. İçimde saklayabileceklerimi umursamayacaklar bile. Dünya üzerinde sadece inançlı biri olabilirim.
Günlerce hiçbir şey görmeden öylece durdum. Kavurucu günlerdi. Başlangıçta, hava gri ve yağmurluydu, şimdiyse, eylül, giderayak alev saçıyor. Cuma… Bu eve geleli bir hafta olmuş bile!…
Ağır bir yemek sonrası, bir sandalyeye oturmuş, yarı rüyada, bir peri masalına dalıp gidiyorum.
…Bir orman sınırı. Koyu zümrüt halının üzerindeki orman tablosunun içinde, güneş daireleri. Orada, ovanın sınırında bir tepe ve kümelenmiş sarı ve koyu yeşil ağaç yapraklarının üstünde, bir kule ve bir duvar halısında olduğu gibi karelere bölünmüş bir duvar yüzeyi… Kuş gibi giyinmiş bir uşak ilerliyor. Sineklerin vızıltısı. Uzaktan kralın av partisinin sesleri duyuluyor. Beklenmedik güzellikte şeyler olacak gibi.
Ertesi gün, hava bir kez daha güneşli ve yakıcı. Buna benzeyen öğleden sonraları hatırlıyorum. Yıllar önceydi ve bir an, bu kayıp zamanı yaşıyormuşum gibi geliyor bana. Sanki bu tuhaf sıcak, zamanı silip, geri kalan her şeyi kanatlarının altında boğuyor gibi.
Yandaki oda neredeyse tamamen karanlık… Biri, pencere kanatlarını kapamış. İnce kumaştan yapılmış çift kat perdenin arasından, ocak ızgarasına benzer parlak çubuklarla korunan pencereyi görüyorum.
Aşırı sıcak ev, sessizliğe gömülmüş durumda. Gözlerden uzak bu derin uykunun içinden, birbirine eklenen kahkahalar yükselip kayboluyor. Dün olduğu gibi, hep olduğu gibi.
Bu uzak kargaşanın içinden sıyrılıp çıkan ayak sesleri dikkatimi çekiyor. Bana doğru geliyorlar. Gittikçe artan bu sese doğru yönelip gözümü deliğe dayıyorum… Kapı açılıyor, göz kamaştırıcı bir ışık seli akıyor içeri ve bu aydınlığın içinde kaybolmuş iki cılız gölge beliriyor eşikte.
Takip ediliyor gibi davranıyorlar. Küçük bedenlerini bir fotoğraf karesi gibi çerçeveleyen kapıda bir an tereddüt edip, ardından içeri giriyorlar.
Kapının kapandığını duyuyorum, oda nefes almaya başlıyor. Gelenleri inceliyorum. Girerken yarattıkları ışık seli yüzünden gözlerimin önünde hâlâ dans eden kırmızı yeşil halelerin arasından hayal meyal görüyorum onları: on iki on üç yaşlarında, biri kız biri oğlan iki çocuk.
Kanepeye oturmuş, neredeyse birbirinin aynısı yüzleriyle, tek kelime etmeden bakışıyorlar.
Onlardan biri fısıldıyor:
– Görüyorsun işte, burada kimse yok.
Bir eliyle çarşafsız yatağı, üzerinde hiçbir şeyin asılı olmadığı çıplak portmantoyu ve boş masayı gösteriyor. Boş odaların itinalı çıplaklığı.
Sonra aynı el, gözlerimin önünde, yaprak gibi titremeye başlıyor. Kalbimin vuruşlarını duyuyorum. Fısıltıyla konuşmaya devam ediyorlar:
– Yalnızız… Görmediler bizi.
– İlk defa yalnız kalıyoruz.
–Oysa doğduğumuzdan beri tanıyoruz birbirimizi…
Küçük bir kahkaha.
Yalnız kalmaya ihtiyaçları var gibi, birlikte yol alacakları bir bilinmezin ilk aşaması belki de bu. Diğerlerinden kaçıp, kendilerine yasak bir yalnızlık yaratmış iki çocuk. Ama görünen o ki, yalnızlığı buldukları şu an, artık neyi arayacaklarını bilemez haldeler.
Bir tanesinin büyük bir titreme eşliğinde, neredeyse kederle, hıçkırır gibi kekelediğini duyuyorum:
– Birbirimizi çok seviyoruz…
Diğeri, doğru kelimeleri arar gibi nefeslenerek, uçmayı öğrenen küçük bir kuş gibi ürkek, ama müşfik bir sesle cevap veriyor:
– Seni daha çok sevmek isterdim.
…Onları çepeçevre saran, yüzlerini gölgeleyerek kaç yaşında olduklarını gizleyen tutkulu bir karanlığın ortasındalar. İnsan, onların bu birbirlerine doğru eğilmiş hallerine baktığında, rahatlıkla, iki aşığın buluşmasına tanıklık ettiğini sanabilir.
İki âşık! Ne olduğunu bilmedikleri ama olmayı düşledikleri şey bu.
Az önce, ikisinden biri ilk kez demişti. Hep yan yana yaşadıkları halde, ilk kez yalnız kaldıklarını hissediyor olmalılar.
Belki de, hatta kuşkusuz, bu iki çocukluk arkadaşı, ilk defa arkadaşlığı ve çocukluğu arkalarında bırakmak istiyor. Arzu, şimdiye kadar birlikte uyumuş bu iki yüreği ilk defa şaşırtıyor, altüst ediyor…
Birden toparlanıyorlar ve üzerlerinden geçip ayaklarına düşen ince bir günışığı bedenlerini görünür kılıyor, yüzlerini ve saçlarını ışıklandırıyor. Oda onların varlığıyla aydınlanıyor sanki.
Gidecekler mi, beni terk mi edecekler? Hayır, yeniden oturuyorlar. Her şey bir kez daha gölgenin, gizemin, gerçeğin içine doğru çekiliyor.
…Onları seyrederken, geçmişimle dünyanın geçmişinin iç içe geçtiğini hissediyorum. Neredeler? Var olduklarına göre, her yerdeler… Nil nehrinin kıyısındalar, Ganj’ın ya da Tarsus nehrinin, çağların ebedi nehrinin kıyısında. Yunan güneşinin altında, bir mersin ağacının gölgesinde, yapraklardan yansıyan yeşille baştan ayağa aydınlanmış Dafni ile Khloe onlar ve yüzleri bir ayna gibi birbirini yansıtıyor. Anlaşılması güç konuşmaları, tarlaları kavuran sıcağın altında çeşmelerin serinliğine sığınan bir arının kanatları gibi uğulduyor. Uzaktan ekin demetleriyle yüklü iki tekerlekli bir araba geçiyor.
Yeni dünya önlerinde açılıyor. Gerçek orada, soluk soluğa. Şaşkınlık içindeler. Bazı ilahi şeylerin aniden belirivermesinden endişe duyuyorlar. Hem mutsuz, hem mutlular. Mümkün olduğunca birbirlerine sokuluyorlar. Yapabildikleri kadar yan yana getiriyorlar bedenlerini. Ama ne yaptıklarının farkında bile değiller. Çok küçükler, çok gençler, yeterince yaşamamışlar daha. Her biri kendi için boğucu bir sır henüz.
Tüm insanlar gibi, benim gibi, bizim gibi, onlar da sahip olmadıkları şeyi istiyorlar. Dilenci gibiler. Ama merhameti kendi kendilerinden bekliyorlar. Kendi varlıklarından ve kişiliklerinden medet umuyorlar.
Şimdiden bir erkek gibi hisseden oğlan, bu dişi eşlikçinin varlığıyla fakirleşiyor. Yüzü kıza dönük ama bakmaya cesaret edemiyor, beceriksizce kollarını uzatıyor.
Şimdiden bir kadın gibi hisseden kız, başını geriye, koltuğun arkalığına yaslamış, gözleri ışıldıyor. Hafif tombul, pembe yanaklarına, kalbinden geçenlerin etkisiyle ateş basıyor. Boynunun parlak ve gergin derisi titriyor. Bedeninin en değerli ve nazik noktası, nabzının attığı yer. Bedeninden şimdiden zevk yayılan, bu yarı açık, beklentili, hafif şehvetli haliyle, nefes alan