Cehennem. Henri Barbusse
durumdayım. Gözkapaklarım titrek, tetikte ve kuşkulu, havayı kokluyorum.
Uğultu hâlâ devam ediyor, kurtulamıyorum ondan. Başım dönüyor… Şarkı sesi yandaki odadan geliyor… Neden bu kadar yalın ve şaşırtıcı derecede yakın? Neden böylesine dokunuyor bana? Beni bitişikteki odadan ayıran duvara bakıyorum ve bir şaşkınlık çığlığını ağzımdan çıkmadan boğuyorum.
Yukarıda, kilitli kapının üzerinde, tavana yakın bir noktada parıldayan bir ışık var. Şarkı, işte bu yıldızdan aşağıya düşüyor.
İki odayı ayıran duvarda bir delik var ve yan odanın ışığı, bu delikten, benim odamın karanlığına süzülüyor.
Yatağımın üzerine çıkıyorum. Ellerim duvarda dikilip yüzümü deliğe yaklaştırıyorum. Çürümüş doğrama, iki gevşek tuğla; dökülen bir parça alçıyla birlikte gözlerimin önünde el genişliğinde, kartonpiyer yüzünden aşağıdan görülmeyen bir aralık beliriyor.
Bakıyorum… Görüyorum… Yan oda, tüm çıplaklığıyla, kendini bana sunuyor.
Bana ait olmayan bu oda, önümde uzanıyor… Şarkı söyleyen ses gitmiş, gidişiyle açık kalmış kapının kanadı sanki hâlâ sallanıyor. Odada, şöminenin mermeri üzerinde alevi titreyen mumdan başka bir şey yok.
Masa, bu uzaklıktan, bir adayı andırıyor. Maviye ve kızıla çalan mobilyalar, belirsiz hatlarıyla, hâlâ yaşayan bir bedenin, oracığa bırakılmış organları gibi görünüyor gözüme.
Giysi dolabına bakıyorum, zar zor seçilen çizgileriyle, gölgede kalan ayaklarının üzerinde dikiliyor. Tavan, tavanın aynadaki yansıması ve gökyüzü karşısındaki bir insan sureti gibi solgun pencere.
Şaşkın, düşüncelerim kim olduğumu unutacak kadar karışmış halde, odama geri döndüm (sanki gerçekten, yandaki odadan çıkmışım gibi).
Hafiften titreyerek, yatağımda oturuyorum. Gelecek kaygısı içimde büyürken, düşünceler hızla geçiyor aklımdan…
Bu odaya hakim ve sahibim… Bakışımlarım içeride dolaşıyor. Şu an buradayım. Gelecekte bu odada bulunacak olan herkes, bunu bilmeden, benimle birlikte bu odada olacak. Onları görecek, duyacak, hatta sanki kapı açıkmış gibi onlara bütünüyle eşlik edeceğim!
Bir müddet sonra, bir titreme eşliğinde, yüzümü deliğe yaklaştırıp yeniden baktım.
Mum sönmüş, ama içeride biri var.
Hizmetçi kız bu. Muhtemelen odayı temizlemek için gelip oyalandı.
Şimdi yalnız ve çok yakınımda. Buna rağmen, hareket halindeki bedenini çok iyi göremiyorum, belki de onu böyle kanlı canlı karşımda görmekten şaşkınım. Gece mavisi önlüğü, akşamın ışıkları gibi bacaklarına dökülüyor. Bilekleri beyaz, elleri, çalışmaktan kararmış. Belirsiz, ama yine de çarpıcı yüzüne gizlenmiş gözleri, her şeye rağmen ışıldıyor; çıkık elmacık kemikleri parlıyor; başının üzerindeki topuza oturtulmuş bone, bir taç gibi ışık saçıyor.
Az önce, merdiven sahanlığında, şöyle bir görmüştüm onu. Çömelmiş, alev alev yanan yüzünü kocaman ellerine yaklaştırmış, tırabzanları fırçalıyordu. Kirli elleri ve uğraştığı tozlu işler yüzünden iğrenç bulmuştum onu. Daha önce koridorda da rastlamıştım bu kıza. Hantal bedeni, dağınık saçlarıyla önümde yürüyordu. Ardında, bana iç çamaşırlarının kirli olduğunu düşündürten nahoş bir koku bırakarak ilerliyordu.
Ve şimdi ona tekrar bakıyorum. Akşam, çirkinlikleri usulca uzaklaştırıyor, sefaleti siliyor, korkuyu da. Bir laneti bir kutsamaya çevirir gibi, tozu gölgeye çeviriyor. Kızdan geriye sadece bir renk kalıyor, bir duman, bir siluet; hatta o bile değil: bir titreme ve kalbinin atışı. Ondan geriye, sadece kendi kalıyor.
Tüm bunlar kız yalnız olduğu için böyle. Olağanüstü, biraz da kutsal bir şey gerçekten yalnız olmak. Kız, bu masumiyetin, bu kusursuz saflığın içinde, yalnız.
Gözlerimle yalnızlığını kirletiyorum, ama o bunu bilmiyor, bu yüzden de kirlenmiş sayılmıyor.
Pırıl pırıl gözleri, iki yanında salınan elleri, gece mavisi önlüğüyle, pencereye doğru gidiyor. Yüzü ve bedeninin üst kısmı ışıklar içinde. Cennette gibi görünüyor.
Odanın diğer ucundaki, pencereye yakın, büyük, alçak ve koyu kırmızı kanepeye oturuyor. Süpürgesini yanına dayıyor.
Cebinden bir mektup çıkarıp okuyor. Bu mektup, alacakaranlıkta, dünyadaki en beyaz şeymiş gibi görünüyor. Çift katlı kâğıt, onu özenle tutan parmakların arasında, havadaki bir güvercin gibi titriyor.
Kız, titreyen mektubu dudaklarına götürüp öptü.
Kimden bu mektup? Ailesinden olmadığı kesin. Bir kız artık kadın olduğunda, ailesine karşı, onlardan gelecek bir mektubu öpecek kadar güçlü bir duygusal bağ hissetmez. Söz konusu olan bir sevgili ya da nişanlıysa eğer, tamam… Belki sevgilisinin adını bilenler vardır, ben bilmiyorum, ama başka hiç kimsenin olmadığı kadar tanığım bu aşka. Ve bu sıradan mektup öpme eyleminde, bu odaya saklanmış, karanlığın çıplak bıraktığı bu eylemde, yüce ve korkutucu bir şey var.
Kalktı, gri elinin içinde kıvrılmış mektupla, pencereye iyice yaklaştı.
Akşam her yeri kaplıyor, kızın ne yaşını biliyorum, ne adını, ne burada tesadüf eseri yaptığı işi. Hakkında hiçbir şey bilmiyorum… Kız, kendisini sarıp sarmalayan sınırsız boşluğa bakıyor. Bakışları öyle ışık saçıyor ki, ağladığını sanabilirsiniz, ama hayır, gözlerinden yayılan tek şey ışık. O gözler ışıkla yıkanmıyorlar, onlar bizzat ışığın kaynağı. Eğer gerçek yeryüzünde serpilseydi, bu kıza ne olurdu?
Derin bir iç geçiren kız, ağır adımlarla kapıya gitti. Kapı kızın arkasından düşen bir şey misali kapandı.
Kız, mektubunu okuyup öpmekten başka hiçbir şey yapmadan çekip gitti.
Köşeme geri döndüm, yine yalnızdım, hatta öncekinden çok daha yalnız. Bu karşılaşmanın sıradanlığı beni derinden etkiledi. Sonuçta karşımdaki de bir insandı, tıpkı benim gibi. Demek ki hiçbir şey, kim olursa olsun, bir insana yaklaşmaktan daha dokunaklı ve daha güçlü değil.
Bu kadın, bir şekilde, hayatıma dokundu, kalbimde bir yer edindi. Nasıl, neden? Bilmiyorum… Ama birden nasıl da önemli oluverdi!… Kendinden dolayı değil, sonuçta onu tanımıyorum ve bu umurumda bile değil. Bu kadar önemli olmasının nedeni, varlığının bir anlık ortaya çıkışı, teşkil ettiği örnek, orada bulunuşunun bıraktığı iz, adımlarının hakiki sesi.
Az evvel kurduğum doğaüstü hayal kabul olmuş ve sonsuzluktan dilediğim şey gerçekleşmiş gibi geliyor bana. Gözlerimin önünden geçip giden bu kadının, çıplak öpücüğünü göstererek bilmeden bana sunduğu şey, yansıması bile insanı mutlu eden güzelliğin taçlanmış hali değil mi?
Yemek zili koridorlarda yankılandı.
Günlük hayata ve sıradan uğraşlara çağrı yapan bu ses, anlık da olsa, düşüncelerimin akışını değiştiriyor. Akşam yemeğine inmek için hazırlanıyorum. Sırtıma parlak bir yelek, onun üzerine koyu renk bir ceket geçiriyor, kravatıma da bir inci iliştiriyorum. Hemen ardından