Cehennem. Henri Barbusse
şimdiden geç oldu. Bugün başka hiçbir şey yapmayacağım. Yiten günün ortasında, aynanın karşısında öylece oturuyorum. Alacakaranlığın ele geçirmeye başladığı odada, alnımın biçimini, yüzümün yuvarlaklığını ve kırpışan göz kapaklarımın altında bir mezara girer gibi kendime çevirdiğim bakışlarımı fark ediyorum.
Yorgunluk, kasvet (akşamın içinde yağmuru duyuyorum), yalnızlığımı çoğaltan ve beni olduğumdan büyük gösteren gölgem ve ne olduğunu bilmediğim başka bir şey, tüm çabalarıma rağmen beni kedere sürüklüyor. Üzgün olmak canımı sıkıyor. Silkiniyorum. Sorun ne? Hiç. Sadece ben, kendim.
Hayatın içinde, bu akşam bu odada olduğum gibi yalnız değilim. Aşk benim için küçük Josette’imin yüzü ve devinimleri demek. Uzun zamandır birlikteyiz. Tours’da, çalıştığı modaevinin arkasındaki odada, tuhaf bir ısrarla bana gülümsediğini gördükten hemen sonra başını kavrayıp dudaklarından öpeli ve aniden onu sevdiğimi anlayalı epey zaman oldu.
Giysilerimizden kurtulurken yaşadığımız o tuhaf mutluluğu anımsamıyorum şimdi. Ara sıra, onu o ilk seferki gibi delice arzuladığım zamanlar olduğu doğru, özellikle de yanımda olmadığında. Oysa yanımdayken, varlığından usandığım anlar oluyor.
Tatillerde, yine orada buluşacağız. Ölmeden önce birbirimizi göreceğimiz günleri sayabiliriz belki… Tabii cesaret edebilirsek.
Ölmek! Ölüm düşüncesi tüm düşünceler içinde kuşkusuz en önemlisi.
Bir gün öleceğim. Ölümü hiç düşündüm mü? Anımsamaya çalışıyorum. Hayır, asla düşünmedim. Yapamam ki.
Kaderinin karşısına geçip ona güneşe bakar gibi bakamaz ki insan, üstelik kaderin rengi gri.
Ve akşam geliyor, en uzunları olacak o son akşam gelinceye kadar, tüm akşamların geleceği gibi.
Ama işte, birdenbire, başım dönerek, kanat çırpışını andırır bir kalp çarpıntısıyla ayağa dikildim…
Neler oluyor? Sokakta, bir boru sesi yankılandı, bir av ezgisi çalınıyor… Görünen o ki, bir zengin evinin avdan dönen seyisleri, bir meyhane tezgahının yanında dikilmiş, şişmiş yanakları, sımsıkı kapalı ağızları, acımasız duruşlarıyla görenleri hayrete düşürüp susup kalmalarına neden oluyor.
Şehrin duvarlarında yankılanan bu av ezgisi… Çocukken, büyüdüğüm köyde, bu boru sesi, uzaktan, ormana ve şatoya giden yollardan gelirdi kulağıma. Aynı ezgi, hem de tıpatıp aynısı; iki şey nasıl bu derece birbirinin aynı olabilir ki?
Ve titreyen elim farkında olmadan, yavaşça kalbimin üzerine gidiyor.
Geçmiş… Bugün… Hayatım… Yüreğim… Ben! Birdenbire, nedensizce tüm bunları düşünüyorum, sanki delirmiş gibiyim.
…Geçmişte, tüm hayatım boyunca, kendime dair ne yaptım? Hiç ve çoktan inişe geçtim bile. Belki de bu ezgi bana geçmiş zamanı hatırlattığından, sona varmışım, hatta hiç yaşamamışım gibi hissediyorum. Bir tür kayıp cennet arzusu içindeyim.
Ama yakarmak ve isyan etmek boşuna, hayattan umut edebileceğim hiçbir şey yok artık. Bundan sonra, ne mutlu olacağım ne de mutsuz. Artık dirilemem de. Tıpkı bugün, onca insanın iz bıraktığı, ama hiçbirinin kendi izini bırakmadığı bu odada hissettiğim gibi, sakince yaşlanacağım.
Ne yana dönsem bu oda. Herkese ait bir oda bu. Kapalı olduğu sanılsa da, değil. Göğsü, evrenin dört rüzgârına açık duruyor. Birbirine benzer odalar arasında, gökyüzündeki ışık, günler içinde bir gün, her yerdeki “ben”ler içinde bir ben gibi kayıp.
Ben, ben! Akşamın karanlığına gömülmüş derin göz çukurlarımdan, yüzümün solgunluğundan ve yavaş ama emin adımlarla beni boğup yok eden bir sessizliğin mühürlediği ağzımdan başka bir şey göremiyorum artık.
Kırık bir kanadın üzerinde doğrulur gibi dirseğimin üzerinde doğruluyorum. Hayatıma sonsuzluğa dair bir şey girsin isterdim!
Üstün yeteneklerim yok, ne yerine getirmem gereken özel bir görevim, ne de sunabileceğim büyük bir kalbim var. Sahip olduğum hiçbir şey yok ve hiçbir şeyi de hak etmiyorum. Ama yine de, bir tür mükâfat arzu ediyorum…
Aşk. Ona rastlayana kadarki tüm zamanımı boşa geçirmiş olduğum, yüz hatlarını değil ama yolun üzerinde, gölgemin yanında yürüyen gölgesini gördüğüm bir kadınla, daha önce hiç duyulmamış, eşsiz bir aşk hayal ediyorum.
Sonsuz bir şey, yeni bir şey! Bir yolculuk, pervasızca atılacağım, beni çoğaltacak, sıra dışı bir yolculuk. Tedirgin, sıradan insanların arasında, şatafat ve telaş içinde yola çıkmak. Vahşi manzaraların, birdenbire rüzgâr gibi büyüyen kentlerin ortasından yıldırım hızıyla geçen trenlerin vagonlarında, sırtını yaslayıp tembellik etmek.
Gemiler, gemi direkleri, barbar dillerinde verilen buyruklar, demir atılan altın rıhtımlar, günışığında kafa karıştırıcı biçimde birbirine benzeyen egzotik ve meraklı yüzler, resimlerden tanıdığınız ve belki de yolculuk kibriyle ayağınıza geldiğini sandığınız heykeller.
Beynim bomboş, kalbim kurak; etrafımda kimse yok, hiçbir zaman, hiçbir şey bulmadım, bir arkadaş bile. Günün birinde, herkesin geldiği ve çekip gittiği bir otel odasının zemininde karaya oturmuş zavallı bir adamım ben ve yine de bir zafer özlemi içindeyim! Tenimde hissedeceğim ve herkesin ondan bahsedeceği, mucizevi bir yara gibi bana karışan bir zafer; önderi olacağım bir kalabalık, gök kubbenin altında yeni bir haykırış gibi alkışlarla karşılanacak bir isim isterdim.
Ama soyluluğumun uçup gittiğini hissediyorum. Çocuksu hayal gücüm, bu sınırsız hayallerle boş yere oyalanıyor. Hayattan hiçbir beklentim yok: sadece ben varım, akşamın çıplak bıraktığı, bir çığlık gibi göğe yükselen ben.
Akşam beni kör kıldı. Aynada kendimi göremiyor, hayal ediyorum. Güçsüzlüğümün ve esaretimin farkına varıyorum. Açılmış parmaklarımın parçalara ayrılmış bir nesne gibi gösterdiği ellerimi, pencereye doğru uzatıyorum. Işıksız köşemden, yüzümü gökyüzüne kaldırıyorum. Geriye doğru sendeliyor, karanlıkta bir insan bedenine, bir cesede benzeyen o büyük nesneye, yatağa yaslanıyorum. Tanrım, kayboldum! Acı bana! Kendimi aklı başında ve talihinden memnun biri sanıyordum; hırsızlık içgüdüsünden muaf olduğumu söylüyordum hep kendime, ama ne yazık ki bu doğru değil. Benim olmayan her şeyi istiyorum çünkü.
II
Av borusu susalı çok oldu. Sokak, evler sakinleşti. Sessizlik. Elimi alnıma sürüyorum. Bu ani yürek sızısı geçip gitti. Böylesi daha iyi. İrademin çabasıyla, dengemi yeniden buluyorum.
Masama oturup evrak çantama yerleştirilmiş kağıtları çıkarıyorum. Okunup düzenlenmeleri gerek.
Beni teşvik eden bir şey var. Biraz para kazanmak istiyorum. Kazancımı, beni büyüten halama gönderebilirim. Öğleden sonraları, dikiş makinesinin duvar saatininkine benzeyen tekdüze ve sinir bozucu sesinin yankılandığı ve akşamları, yanı başında, bilmem neden kendisine benzeyen bir lambanın bulunduğu alt kattaki odada her daim beni bekleyen o yaşlı kadına.
Kâğıtlar… Onlar sayesinde yeteneklerim değerlendirilecek ve Berton bankasına kabulüm kesinleşecek… Mösyö Berton, tek kelimesiyle