Gönül. Natsume Soseki
sonlandırıp gerçeğe dönüştürmeyi başaramıyordu. Hocamın davranışları her haliyle iyi bir kocanınkine denkti. İnce ruhlu ve nazikti. Şüpheler yumağını günbegün sevgisiyle bağrına basıp, gönlünün derinliklerine usul usul gömmüş olan hanımefendi, o akşam o yumağı benim önüme olduğu gibi açmıştı.
“Ne dersiniz?” diye sordu. “Benim yüzümden mi böyle olmuştur, yoksa o dediği hayat görüşü müdür nedir, onun yüzünden mi böyle oldu? Lütfen bir şey gizlemeden açıkça söyleyin.”
Hiçbir şeyi gizleme niyetinde değildim. Bununla beraber şayet orada benim bilmediğim bir şeylerin olduğunu varsayarsak, cevaplarım hanımefendiyi tatmin edemezdi. Orada benim bilmediğim bir şeylerin olduğuna inanıyordum.
“Bilemiyorum.”
O an, hanımefendinin yüzünde, şaşırdığı zaman görülen o mahzun ifade belirdi. Hemen sözüme devam ettim.
“Fakat şu kadarından sizi temin ederim ki hocamın sizi sevmemesi söz konusu değildir. Ben bizzat hocamın kendisinden duyduklarımı size aktarmaktayım. Ne de olsa kendisi yalan söyleyecek biri değildir.”
Hanımefendi hiçbir şey demedi. Neden sonra şöyle devam etti:
“Aslında aklıma gelen bir şeyler var ama…”
“Hocamın bu hale gelmesinin sebebine dair mi?”
“Evet. Sebep bu diyebilsek, o zaman benim sorumluluğum ortadan kalkar. Bu kadarı bile içimi fazlasıyla rahatlatırdı ama…”
“Nedir peki bu?”
Hanımefendi tereddüt içinde dizinin üstüne koyduğu ellerine bakıyordu.
“Bir anlam çıkarabilmeniz umuduyla anlatıyorum.”
“Elimden gelecekse bir anlam çıkarmaya çalışırım.”
“Bak her şeyi anlatamam ama. Anlatırsam azar işitirim. Sadece azar yemeyeceğim kadarını söylüyorum.”
Heyecandan nutkum tutulmuştu.
“Hocanın henüz üniversite yıllarında arasının çok iyi olduğu bir arkadaşı vardı. O şahıs üniversiteden mezun olmasına çok az bir zaman kala öldü. Aniden öldü.”
Hanımefendi sanki kulağıma fısıldıyormuş gibi kısık bir sesle, “Açıkçası alışılmadık bir ölümdü bu,” dedi. Burada “Neden ama?” diye sormadan edemeyeceğim bir tarzda söylemişti bunu.
“Daha fazla bir şey söyleyemem. Lakin olanlar, bu vakadan sonra oldu. Hocanın azar azar değişmesi… O şahıs neden öldü bilemiyorum. Hoca da bilmiyordur belki. Fakat bundan sonra değişti diye düşünmek hiç de akıl dışı değil.”
“O şahsın mezarı mı Zōşigaya’daki?”
“Yasak olduğu için onu da söyleyemem. Ama bir tanıdığını kaybetti diye bir insanın böyle değişmesi mi gerekiyor? Bunu bilmeyi o kadar çok istiyorum ki! İşte o yüzden bu konuda size danışmak istedim.”
Benim görüşüm, bunun bir sebep olamayacağı yönündeydi.
20
Yakalayabildiğim gerçekler ölçüsünde hanımefendiyi teselliye çalıştım. Hanımefendi de tarafımdan teselli edilmiş olmak istiyor gibi görünüyordu. Aynı mesele üzerinde sonu gelmez konuşmalarımız böylece devam etti. Ancak meselenin aslına erememiştim.
Aslında hanımefendinin huzursuzluğu da havada süzülen sis perdesi misali bu şüphelerden geliyordu. Olayın aslına gelince hanımefendinin de bilemediği birçok şey vardı. Bildiklerini de bana açık açık söyleyemiyordu. İşte bu şartlar altında, teselli eden şahsım ve teselli edilen hanımefendi, yani ikimiz birlikte dalgalar üstünde çırpınıyorduk. Hanımefendi can havliyle kollarını çırpıyor ve benim mesnetsiz görüşlerime tutunmaya çalışıyordu.
Saat on civarı hocamın ayak sesleri eşikte duyulduğunda hanımefendi, birden o âna kadar olanların hepsini unutmuşçasına, önünde oturan beni bırakıp ayağa kalktı. Böylece kafesli kapıyı açmakta olan hocamı karşılama vaziyeti almış oldu. Yalnız kalınca hanımefendinin arkasından ben de gittim. Sadece hizmetçi kız uyuyakalmış olacak ki hemen çıkıp gelemedi.
Hocam her zamankinden iyi görünüyordu. Fakat hanımefendi daha da iyi görünüyordu. Hanımefendinin güzel gözlerinde daha önce biriken yaşların parıltısı ile sonradan simasını bürüyen o kasvetli ifadedeki bu olağandışı değişimi dikkatle seyrediyordum. Eğer bu bir numara değilse (öyle olduğunu düşünmüyordum) hanımefendinin o âna kadarki tavırlarını bir çeşit duygusallık oyunuyla beni makaraya aldığı bir muzipliğe de yorabilirdim. Şu kesin ki o zaman gönlümde hanımefendiye o kadar da eleştirel gözlerle bakacak bir istek belirmemişti. Bilakis, yüzünde güller açmasıyla rahatlamış oldum. Eğer öyleyse artık o kadar endişe etmeye gerek yokmuş diye düşündüm.
Hocam gülerek, “Haydi geçmiş olsun. Hırsız gelmedi mi?” diye bana sordu. Sonra da ekledi: “Gelmediği için hevesiniz kaçmadı umarım.”
Dönüşte hanımefendi, “Kusura bakmayın sizi de rahatsız ettik,” diyerek başıyla selam verdi. Bu söyleyiş tarzında “Meşgul bir zamanınızda boş yere vaktinizi çaldık”tan ziyade “Zahmet edip gelmenize rağmen hırsız gelmediği için boşu boşuna rahatsız ettik” manasında bir şaka seziliyordu.
Hanımefendi bunları söylerken az önce çıkardığı alafranga kurabiyelerinden arda kalanları kâğıda sarıp elime tutuşturdu. Bunu cebime koyup gelen geçeni az ve gece soğuğu sinmiş sokağa dönüp renkli şehre doğru aceleyle yol aldım.
O akşamdan hatırladıklarımı derleyip buraya ayrıntılı bir şekilde yazdım. Bunu yazmam icap ettiği için yazmış oldum ama doğruyu söylemek gerekirse, hanımefendiden kurabiyeleri alıp eve dönerken, o akşam konuşulanları pek o kadar ciddiye almayan bir ruh halindeydim. Ertesi gün öğle yemeği için okuldan eve dönüp akşam masanın üstüne koyduğum kurabiye paketini görünce, hemen içinden çikolata kaplı kızıl kahve kurabiyeleri çıkarıp atıştırdım. Yerken de her şey bir yana o iki kişinin yeryüzünde mutlu bir çift olarak yaşadıklarının idrakiyle kurabiyelerin tadına varmıştım.
Güz bitip de kış gelene kadar hususi bir olay vuku bulmadı. Hocamın evine gidiş gelişlerimde fırsat buldukça hanımefendiden çamaşırlarımı yıkayıp kimonomu dikmesini rica ederdim. Henüz içlik denen şeyi giymezken gömleğin üstüne siyah kollu giymeye başlayışım da o zamanlara rastlar.
Çocuğu olmayan hanımefendi o kadarlık bir şeyin zahmet bir yana, kendisi için bir eğlencelik ve en nihayetinde sağlığına da iyi gelen bir uğraş olduğu gibi şeyler söylüyordu.
“Bu el dokuması kumaştan değil mi? Böyle güzel dokumalı bir kimonoyu daha önce hiç dikmemiştim. Hem pek bir zormuş bunu dikmesi. Hiç iğne geçiremem ki buna. Sizin yüzünüzden iki iğnem kırıldı.”
“Böyle bir şikâyette bulunurken dahi hanımefendinin yüzünde pek öyle bunu angarya görüyor gibi bir ifade de yoktu.”
21
Kış gelince aniden eve gitmem icap etti. Annemden gelen mektupta babamın hastalığının gidişatının pek de iyi olmadığı yazmakta, halihazırda telaşa gerek olmasa da yaşı da epey ilerlediğinden, mümkünse bir zamanını ayarlayıp memlekete gitmem istenmekteydi.
Babam böbreklerinden hastaydı. Orta yaş üstü kişilerde de sık sık görüldüğü üzere, babamdaki bu hastalık müzmindi. Buna rağmen hem kendisinin hem de ev halkının, biraz dikkat edilirse hastalığın kötüye çevirmeyeceğine dair tam bir inançları vardı. Şimdilerde babam misafir gelen eşe dosta sırf iyi beslenmesi sayesinde bir şekilde bugünlere