Gönül. Natsume Soseki
düşünüyordum. Derken yerinden çıkacakmışçasına delice atmaya başlayan kalbimin gümleyişlerini duyuyordum. Gariptir ki bu gümleyişin şiddetini hocamın gücünden aldığı yönünde tuhaf bir hissiyat besliyordum.
İçimden şöyle bir babam ile hocamı karşılaştırdım. Her ikisi de âlem içinde yaşıyor mu ölü mü farkına varılmayacak kadar sessiz sakin insanlardı.
İnsanların gözünde kendilerine bir not biçilecek olsa bu sıfır olurdu. Ne var ki ha bire canı şōgi oynamak isteyen babam, basit bir eğlence arkadaşı olarak bile beni tatmin etmiyordu. Önceleri kendisine eğlence için gidip geldiğimi hatırlamadığım hocamın ise kafamda bir eğlence ilişkisiyle ortaya çıkacak samimiyetten çok öte bir tesiri vardı. Buna sadece kafa demek fazlaca soğuk bir ifade şekli olacağından gönül diyelim. Tüm vücuduma hocamın kudreti sinmiş ve can damarlarımda hocamın hayatı akıyor gibiydi desem, o zamanki hissiyatım için abartı sayılmaz. Babam benim öz babam iken, hocamın, söylemeye bile gerek yok, tamamen bir yabancı olduğu yönündeki su götürmez gerçek hakkında, bile bile kafa yorup da sanki ilk defa büyük bir keşifte bulunmuşum gibi şaşırdığım oluyordu.
Artık yapacak bir şey olmamasından sıkılmaya başlayınca, önceleri hep el üstünde olan ben, yavaş yavaş anne babamın gözünde bayağılaşmaya başladım. Bu yaz tatilinde memleketine dönen herkesin muhakkak az çok tecrübe ettiği bir duygudur. Eve ayak bastığınız bir hafta müddetince, eliniz sıcak sudan soğuk suya konmezken, bu eşiği aşınca artık evdeki heyecan kayboluverir ve en nihayetinde olsanız da olmasanız da fark etmezmiş gibi bir muameleyle karşılaşırsınız. İşte ben o eşiği aşmıştım. Dahası memlekete dönerken beraberimde anneme de babama da yabancı bir şeyler getirmiştim. Eskilerin tabiriyle Konfüçyüs’ün evine Hıristiyan havası getirmek misali, beraberimde getirdiğim şey evin havasına uymuyordu. Elbette bunu gizlemekteydim.
Ne var ki her ne kadar açığa vurmayayım desem de bu bir şekilde anne babamın gözünden kaçmıyordu. Keyfim kaçmıştı. Hemen Tokyo’ya dönmek istedim.
Şükür ki babamın sağlığı vaziyetini muhafaza ediyor, en ufak bir kötüleşme belirtisi göstermiyordu. Ne olur ne olmaz diye uzaklardan iyi bir doktor çağırıp muayene de ettirmiştik ki benim zaten bildiğim hususlar haricinde bir vakaya rastlanmamıştı. Kış tatilinin bitiminden hemen önce dönmeye karar verdim. Gariptir ki hem annem hem de babam buna karşı çıktılar.
Annem, “Ne dönmesiymiş, daha çok erken değil mi?” dedi. Babam da, “Dört beş gün daha kalsan yetişirsin,” dedi.
Karar verdiğim dönüş tarihini kabul ettirememiştim.
24
Tokyo’ya döndüğümde kapılardaki matsukazariler34 çoktan kaldırılmıştı. Esen soğuk rüzgâra teslim olmuş şehirde, nereye baksam yılbaşı havasından eser yoktu.
Hemen hocamın evine borcumu ödemeye gittim. Hediyelik şiitake mantarını da götürdüm. Ancak öylece vermek biraz garip kaçacağından, “Bunu annem size vermemi söyledi,” diye açıkça söyleyerek hanımefendinin önüne koydum. Şiitake yeni bir şekerleme bohçasının içindeydi. Kibarca şükranlarını sunan hanımefendi yan odaya geçerken, bu bohçayı eline alınca hafifliğine şaşırmış olacak, “Bu nasıl bir şekerleme acaba?” diye sordu.
Hanımefendinin böyle samimiyken çocukça bir uçarılık görünürdü yüzünde hep. Her ikisi de babamın hastalığı konusundaki sorularını tekrarladıkları sırada hocam şunları söylemişti:
“Anlaşıldı. Söylediklerine bakılırsa şimdilik telaş edilecek bir şey yok ama hastalık hastalıktır. Her an teyakkuz halinde olmak lazım.”
Hocam, böbrek rahatsızlığı konusunda benim bilmediğim birçok şey biliyordu.
“Hastalığa müptela olan kişinin bunu fark etmeden normal bir yaşam sürdürmesi bu hastalığın özelliğidir. Bir subay tanıdığım vardı; sonunda bu dertten gitti ama ölümü sanki yalan gibi oldu. İşte yanında yatan hanımının başında durmasını gerektirecek bir zaman bile söz konusu olmadı. Gece yarısı biraz rahatsızlandığını söyleyerek hanımını uyandırdığı olmuş o kadar. O günün sabahı çoktan ölmüşmüş. Lakin hanımı kocasını uyuyor zannettiğini söylemişti.”
O vakte kadar bende iyimser bir hava hâkimken şimdi birden içimi huzursuzluk kaplamıştı.
“Benim babam da öyle mi olacak? Olmayacak da diyemeyiz değil mi?”
“Doktor ne diyor?”
“İyileşmez diyor. Fakat hastanın endişe etmesini gerektirecek bir şey olmadığını söylüyor.”
“İyi o zaman. Doktor öyle diyorsa… Benim bahsettiğim kişi hiç fark etmemişti hastalığını. Ayrıca hayli kaba bir asker hayatı vardı.”
Biraz içim rahatlamıştı. Ruh halimdeki değişikliği dikkatlice gözlemleyen hocam şöyle devam etti:
“Lakin insan dediğin sağlıklısıyla, hastasıyla zayıf bir varlık. Kim bilir ne zaman, ne sebeple ve ne şekilde geliverecek ölüm.”
“Siz de mi öyle düşünüyorsunuz?”
“Ne kadar sağlıklı da olsam, ben bile böyle düşünmeden edemiyorum tabii.”
Hocamın dudaklarında hafiften bir gülümseyişin gölgesi belirdi.
“Sessiz sedasız öleni var. Tabii bir şekilde… Bir de apansızın ölenler var ya! Gayri tabii bir vahşet eseri…”
“Gayri tabii vahşetten kastınız nedir?”
“Onun mahiyeti bana da malum değil ama bir ihtimal, intihar edenlerin çoğu bu gayri tabii vahşetten istifade ediyor olmalılar.”
“O zaman öldürülmek de böyle gayri tabii bir vahşetin eseri olsa gerek.”
“Bak öldürülmeyi düşünmemiştim ama düşününce makul geliyor.”
O sohbetten sonra eve döndüm. Döndükten sonra da babamın hastalığı pek o kadar aklımda değildi. Hocamın bahsettiği tabii ölüm, gayri tabii bir vahşet neticesi ölüm tabirleri, sadece o gün akılda kalacak geçici laflardan öteye geçmemiş, sonrasında aklımda hiç yer etmemişti. O güne kadar kaç kere el atayım dediysem de bir türlü girişemediğim bitirme tezini artık yavaş yavaş yazmaya başlamak gerek diye düşünmeye başladım.
25
O yılın Haziran ayında mezun olmam gerektiğinden, mevzuat gereği Nisan sonuna kadar bitirme tezimi tamamlamam gerekiyordu. İki, üç, dört diye kalan zamanı parmaklarımla sayınca, hesaplamalarımın tutacağından şüphelenmeye başladım. Etrafımdakiler kaynak toplamakla, not yazmakla oldukça meşgul görünürken ben daha hiçbir şeye dokunmamıştım. Yılbaşı geçsin de sonra etraflıca işe koyulurum diye karar vermiştim sadece. Karar verdiğim gibi de işe başladım. Derken birden elim kolum bağlandı. O vakte kadar bu büyük mesele hakkında basit ana hatlardan ötesini tasarlayamamıştım. Başımı ellerimin arasına alıp kara kara düşünmeye başladım.
Daha sonra tez konumun alanını daralttım. Ortaya koyacağım düşünceleri sistematik bir şekilde özetleme ihtiyacı doğmaması için sadece kitaplarda olan bilgileri sıralayıp azar azar sonuç kısmı ekleme yoluna gittim. Seçtiğim konu hocamın ihtisas alanıyla da yakından ilişkiliydi. Evvelinde, bu konunun seçimi hakkında hocamın görüşünü sorduğumda, “Neden olmasın,” demişti. Telaştan elim ayağıma dolanınca, doğruca hocama gidip okumam gereken kaynakları sordum. Hocam tüm bildiklerini seri bir şekilde bana aktardıktan sonra, “Gerekli kitaplardan iki üç tanesini ödünç vereyim,” dedi. Ne var ki hocam
34
Yılbaşında kapıların önlerine yerleştirilen çam ağacından yapılan dekor. Şinto inancına göre yeni yılın tanrısını karşılamak için yerleştirilirdi. (ç.n.)