Ahmak Wilson'ın Trajedisi. Марк Твен
doğru. Köpeğin bir yarısı onun olsaydı böyle olurdu. Köpeğin bir ucu onda, diğer ucu bir başkasında olsa yine aynı olurdu. Bilhassa bu, ilk durum için geçerli; çünkü bir köpeğin yarısını öldürürseniz, o yarının kime ait olduğunu söyleyecek tek kişi bulamazsınız. Fakat köpeğin bir ucu onda olursa, belki kendindeki ucu öldürürse ve…”
“Hayır, öyle de yapamaz. Yapamaz ve diğer yarı ölürse sorumlu da olmaz. Bence bu adamın aklı yerinde değil.”
“Bana kalırsa, aklı yok bu adamın.”
Üç numaralı dedi ki: “Yani, salağın teki işte.”
“Aynen öyle,” dedi dördüncüsü. “Saf, salak bir eşek.”
“Evet, tam bir aptal. Ben de artırıyorum ihaleyi,” dedi beşincisi. “Dileyen farklı düşünebilir, ama ben böyle düşünüyorum.”
“Size katılıyorum, beyler,” dedi altıncısı. “Tam bir budala, evet ve ileri gitmiş sayılmazsam eğer, ahmak bence. Bu adam ahmak değilse ben de hâkim değilim, başka da bir şey söylemeyeceğim.”
Bay Wilson, herkesin aklında böyle kaldı. Bu olay bütün kasabada anlatıldı ve herkes tarafından ciddi şekilde tartışıldı. Bir hafta içinde ilk adını kaybetti; bunun yerine “ahmak” anlamındaki “Pudd’nhead” geçti. Zamanla sevildi, hem de çok sevildi ama bu takma ad üzerine çoktan yapışmıştı ve öyle de kaldı. O ilk gün hakkında verilen hüküm onu ahmak yaptı ve artık bunlar hiç yaşanmamış gibi davranmak ve bu adı değiştirmek mümkün değildi. Bu ad, zaman geçtikçe sert veya kötü bir his ifade etmemeye başladı ancak yine de olduğu gibi kalacak ve neredeyse yirmi yıl daha bir yere gitmeyecekti.
Driscoll, Kölelerinin Canını Bağışlar
Âdem, yalnızca bir insandı. Bu her şeyi açıklıyor. Elmayı, yemek için değil, yasak olduğu için istemişti. Asıl hata, yılanı yasaklamamış olmaktı. Çünkü o zaman onu yemek isteyecekti.
Ahmak Wilson buraya geldiğinde bir miktar parası vardı ve şehrin en batı ucunda küçük bir ev satın aldı. Wilson’ın eviyle Hâkim Driscoll’un evi arasında çitlerle çevrili çimenlikli bir avlu vardı. Şehir merkezinde küçük bir ofis kiraladı ve üzerinde şu sözlerin yazılı olduğu bir tabela astı:
Ancak o amansız görüşleri şansını yok etmişti, en azından hukuktaki şansını. Hiç müşteri gelmiyordu. Bir süre sonra tabelasını indirdi ve hukukla alakalı sözcükleri çıkarıp kendi evine astı. Sunduğu hizmetler, kadastro ve muhasebe uzmanlığı gibi mütevazı becerilerdi. Ara sıra kadastro işi alır, bazen de bir tüccarın hesaplarını düzenlerdi. İskoç sabrı ve sebatla, itibarını geri kazanıp hukuk alanında çalışmaya devam etmeye karar verdi. Zavallı adam, bunu başarmanın oldukça uzun zaman alacağını öngörmüştü.
Boş zamanı boldu; fakat canı hiç sıkılmazdı. Zira fikir evrenine giren her yeni şeyle ilgilenir, bu yenilikleri öğrenir ve evinde denerdi. O dönemki heveslerinden biri el falıydı. Diğer hevesineyse ne bir ad vermiş, ne de ne işe yaradığını izah etmişti, sadece eğlence deyip geçmişti. Aslında bu heveslerin ahmak unvanına katkıda bulunduğunun farkındaydı ve bunlardan söz ederken daha ihtiyatlı davranmaya başlamıştı. Adlandırmadığı bir diğer hevesi, insanların parmak izleriyle ilgiliydi. Paltosunun cebinde oluklarla dolu küçük bir kutu taşıyordu. Olukların içinde ise on üç santimetre uzunluğunda ve sekiz santimetre genişliğinde cam şeritler vardı. Her şeridin alt ucuna bir parça beyaz kâğıt yapıştırılmıştı. İnsanların ellerini saçlarından geçirmelerini (böylece saçlarındaki doğal yağ parmak uçlarında birikecekti) ve ardından cam şeride sırayla bütün parmaklarını bastırmalarını istiyordu. Bu belirsiz yağ izlerinin altına, beyaz kâğıt parçasına şöyle bir not düşüyordu:
Sonra, günün tarihini yazıp Smith’in sol eli için bir başka cam şerit kullanır, bu şeride de ad ve tarih ekleyip “sol el” notuyla kaydederdi. Bu şeritler, oluklu kutuya konur ve Wilson’ın kayıtları arasındaki yerini alırdı.
Sık sık bu kayıtlar üzerinde çalışır, gece yarısına kadar bunları inceler ve üzerine düşünür; bulduklarını -eğer bir şey bulduysa- hiç kimseyle paylaşmazdı. Bazen parmak ucunda kalan yoğun ve ince şekli kâğıda kopyalayıp eğri çizgiler ağını kolayca inceleyebilmek için pantografla büyütürdü.
1830 yılı Temmuz ayının ilk günü, bunaltıcı bir öğle sonrası, boş arazilere bakan çalışma odasında birbirine girmiş muhasebe defterleriyle uğraşıyordu. Dışarıdan gelen bir konuşma sesiyle dikkati dağıldı. Bağrışmalar duyuluyordu. Belli ki konuşmayı sürdürenler birbirine yakın değildi.
“Heyyyy, Roxy, bebeğin naaapıyo?” diye sordu uzaktan gelen ses.
“İyi. Sen naaapıyon, Jasper?” Bu ses yakından gelmişti.
“Fena değil. Yuvarlanıp gidiyoz işte. Sana kur yapmaya geldim Roxy.”
“Seni gidi siyah çamur kedisi! Tabii ya! Senin kadar kara zencilerle konuşcam mı sanıyon? İşim var benim, hadi! Bizim Bayan Cooper’ın kölesi Nancy istemedi seni, di mi?” dedi Roxy, umursamaz bir başka kahkahayla.
“Sen beni kıskanıyon Roxy, kesin öyle. Tabii ya! Hemen anladım bak, görüyon mu?”
“He yaa. Yakaladın. Kibirden ölcen Jasper. Kölem olsan seni satıverirdim; çünkü haddini bilmiyon. Sahibini görünce anlatcam ona da.”
Bu boş ve amaçsız konuşma böylece sürüp gitti. İki taraf da bu dostane düellodan keyif alıyor ve nüktedanlıklarından memnuniyet duyuyordu; onlar bunu gerçekten nüktedanlık olarak görüyordu.
Wilson, birbirine sataşan bu tipleri görmek için pencereye gitti. Gevezelikleri sürerken çalışması mümkün değildi. Boş arazide genç, kömür karası ve muhteşem yapılı Jasper’ı gördü. Yakıcı güneşin altında el arabasına oturmuş, başlamadan önce bir saat dinlenerek çalışmaya hazırlanıyordu. Wilson’ın verandasının önündeyse Roxy duruyordu. El yapımı bebek arabasında bakmakla yükümlü olduğu iki çocuk, yüzleri birbirlerine dönük halde oturuyorlardı. Roxy’nin konuşma şeklini duyan bir yabancı, onu siyah sanırdı. Ama siyah değildi. Sadece on altıda bir oranında siyahtı ve bu on altıda birlik kısım belli bile olmuyordu. Harika bir vücudu ve endamı vardı; tavırları gösterişliydi, adeta bir heykel gibiydi. Mimik ve hareketleri de bir asalet taşıyordu. Çok açık tenliydi. Kırmızı yanakları sağlıklı olduğunu gösteriyordu. Karakteristik bir yüzü vardı. Gözleri kahverengi ve berraktı. Yine kahverengi, ince ve yumuşak saçları vardı; fakat başı ekose bir mendille bağlı olduğu için saçları gözükmüyordu. Yüzü şekilli, zeki ve alımlı, hatta güzeldi. Kendi sınıfından insanlar arasındayken bağımsız bir duruşu ve “küstah” bir tavrı vardı ama beyazların yanında uysal ve mütevazıydı.
Aslında Roxy, herkes kadar beyazdı; ancak on altıda birlik kısmı, diğer on beşlik kısmına baskın gelerek ona bir zencinin yaşamını uygun görmüştü. Bir köleydi ve satılabilirdi. Çocuğu otuzda bir oranında siyahtı. O da köleydi, kanunların gözünde ve geleneğe göre bir zenciydi. Yanındaki beyaz arkadaşı gibi mavi gözleri ve sarı bukleleri vardı ama beyaz çocuğun babası bile, onlarla çok az ilgilenmesine rağmen, çocukları giysilerinden ayırt edebiliyordu. Çünkü beyaz bebek, kabarık Amerikan bezinden yapılmış giysiler giymişti ve boynunda mercan bir kolye