Ahmak Wilson'ın Trajedisi. Марк Твен
aldı ve sımsıkı sarıp okşamaya başladı. “Anacığın seni öldürmeye mecbur. Nassı yapcam? Yoook yok, annen seni bırakır mı be?O da seninle gitcek, kendini de öldürcek. Gel canım, haydi benimle gel. Nehre atlayalım da kurtulalım bu kahrolasıca dünyanın derdinden. Öteki taraftaki nehirde zencileri satmazlar ya.”
Kapıya baktı uzun uzun. Bebeğini bir ninniyle susturmaya çalışırken birden durdu. Pazar ayini için aldığı uzun elbiseye gözü takıldı. Patiskadan ucuz bir şeydi. Cırtlak renkli ve aşırı süslüydü. Efkâr ve arzu dolu gözlerle inceledi elbiseyi.
“Daha hiç giymedim,” dedi, “baksana, ne güzel.” Sonra aklına hoş bir şey geldi, başını salladı ve ekledi: “Hayır, üstümde bu eski püskü şeyle olmaz. Orda herkes bana bakcak.”
Çocuğu yerine koyup üstünü değiştirdi. Aynaya baktığında güzelliği karşısında şaşkına döndü. Ölüm elbisesini mükemmel bir hale getirmeye karar verdi. Başındaki mendili çıkardı ve parlak gür saçlarını “beyaz insanlar” gibi yaptı. Birkaç parlak kurdele taktı. Biraz da o berbat yapma çiçeklerden iliştirdi. Son olarak o zamanlar “bulut” denen kabarık bir şeyi sardı omuzlarına, onunki kırmızı renkliydi. İşte şimdi mezara girmek için hazırdı.
Bebeğini yeniden kucağına aldı ama bu sefer de gözleri, çocuğun o sefil haldeki kısa ve gri renkli keten gömleğine takıldı. Yavrusunun yoksul pejmürdeliğiyle kendisindeki cehennemlik görkemin adeta volkan gibi patlayışı arasındaki karşıtlığı fark etti. Anne yüreğine dokundu bu, utanç duydu.
“Hayır evladım. Anacın sana böyle yapmaz. Annen sana hayran, melekler de hayran olcak. Hatta böööyle tutulup kalcaklar, elleriyle gözlerini kapatıp Davut ve Golyat’a ve öbür peygamberlere diycekler ki ‘Şu çocuk buraya hiç uygun giyinmemiş.’ “
Çocuğun gömleğini çıkarmıştı. Bu küçük çıplak yumurcağa, Thomas à Becket’ın bembeyaz, uzun bebek tulumlarından birini giydirdi. Üzerinde açık mavi fiyonklar ve fırfırlı süsler vardı.
“İşte, şimdi oldu.” Çocuğu bir sandalyeye oturttu ve incelemeye koyuldu. Gözleri şaşkınlık ve hayranlıkla açıldı. Ellerini çırpıp bağırdı: “Hepsinden güzel benim oğlum! Ben bile çocuğumun bu kadar güzel olduğunu bilmezdim. Sahip Tommy senden sevimli diil, hem de hiç diil.”
Gidip diğer bebeğe baktı. Sonra kendisininkine bir bakış attı. Ardından yine evin varisine bir baktı. Gözlerinde tuhaf bir ışık belirdi ve bir an için kendi düşüncelerinde kayboldu. Adeta kendinden geçmişti. Kendine gelince mırıldandı: “Dün küvette onları yıkarken, kendi babası bile ‘Hangisi benimki?’diye sordu.”
Sanki rüyadaymış gibi dolanmaya başladı. Thomas à Becket’ın üstündeki her şeyi çıkardı. Mercan kolyesini kendi çocuğunun boynuna taktı. Sonra çocukları yan yana koyup ciddi bir incelemenin ardından kendi kendine alçak sesle:
“Sırf üstünüzü değiştirmekle böyle olacağı kimin aklına gelirdi, ha? Bırak babasını, ben bile ayırt ediyorsam kör olayım,” dedi.
Yavrusunu Tommy’nin zarif beşiğine koyup şöyle dedi:
“Sen Sahip Tom’sun artık. Sık sık tekrarlayıp yeni adını aklıma sokmam lazım çocuğum. Yoksa hata yaparım ve işleri tamamen batırırım. İşte, uslu uslu dur ve artık üzülme, Sahip Tom. Ah, şükürler olsun Tanrım! Kurtuldun, kurtuldun! Artık anacığının bi taneciğini kimse nehrin aşağısında satamaz!”
Evin varisini kendi bebeğinin boyasız beşiğine koydu ve uyuyan çocuğa bakarak:
“Üzgünüm, canım. Tanrı şahidim olsun ki çok üzüldüm ama başka naapıcaktım ki? Baban, onu nehrin aşağısında satcaktı. Buna nası dayanırım, ha, nası?”
Yatağına atlayıp düşüncelere daldı. Birden doğruldu, rahatlatıcı bir düşünce geçmişti kaygılı aklından.
“Günah değil ki bu. Beyazların işi! Günah falan değil, Tanrı’ya şükür günah falan değil! Onlar yaptılar. Evet, hem onlar da en kalitelisindendi, kraldılar!”
Düşünmeye başladı; bir zamanlar dinlediği bir hikâyeden aklında kalanları hatırlamaya çalışıyordu.
Sonunda dedi ki:
“Buldum işte, şimdi hatırladım. Illinois’den gelip zenci kilisesinde vaaz veren o yaşlı zenci vaiz anlatmıştı. Hiç kimse kendini kurtaramaz, demişti. İnanarak, çalışarak kimse bunu yapamaz. Hiç yolu yok. Lütuf bunun tek yoludur ve lütuf sadece Tanrı’dan gelir. Tanrı, dilediğine verir lütfunu, ister günahkâr ister aziz olun, fark etmez. Çünkü O yaratıcıdır. Ona uygun herhangi birini seçer, yerine bir diğerini koyar ve birincisini sonsuza dek mutlu kılar, diğerini ise şeytanla yakar. Bir zamanlar İngiltere’de yaptıkları gibi, demişti. Kraliçe bir gün bebeğini ortada bırakıp dışarı çıkmış. Çoğunlukla beyazların olduğu bu yerdeki zencilerden biri ortalıkta yatan bebeği görmüş, kendi bebeğinin giysilerini kraliçenin bebeğine giydirip sarıp sarmalamış. Sonra kendi çocuğunu orada bırakıp kraliçenin çocuğunu zenci semtindeki evine götürmüş ve hiç kimse farkı anlamamış. Zaman içinde kendi çocuğu kral olmuş ve mal varlığını düzenlemesi gerekince kraliçenin çocuğunu satmışlar. İşte, vaiz kendi söyledi. Beyazlar yapınca günah değil. ONLAR yaptı, evet, ONLAR yaptı. Hem sadece sıradan beyazlar da değil, yüksek tabakalardakiler de böyle! Ah, çok mutluyum bunu hatırladığım için!”
İçi rahatladı ve sevindi. Beşiklere gidip gecenin kalanını “pratik” yaparak geçirdi. Kendi çocuğunu hafifçe okşayıp tevazuyla, “Uslu durun, Sahip Tom,” diye seslenecekti. Sonra gerçek Tom’u okşayıp sert bir şekilde “Uslu dur bakayım, Chambers! Gene ne istiyon?” diyecekti.
Pratik yapmaya devam ederken genç efendisine karşı saygılı sözler söyleyip mütevazı bir tavırla yaklaşmasını sağlayan hürmeti, sahibinin oğlunun yerine geçirdiği kendi oğluna nasıl kolay aktardığını görünce çok şaşırdı. Aynı şekilde, anneliğe özgü sert konuşması ve buyurgan tavrını da kadim Driscoll hanesinin bahtsız varisine aktarması çok kolay olmuştu.
Pratik yapmaya ara verip şansını hesaplamaya koyuldu.
“Bugün bu zencileri para çaldılar diye satçaklar, sonra yeni birkaç köle alcaklar. Şimdi bunlar çocuk, o yüzden sorun yok. Biraz hava almak için bu çocukları dışarı çıkardığımda köşeyi döner dönmez ağızlarına reçel sürcem ki değiştiklerini kimse anlayamasın. Evet, bir yıl bile sürse her şey güvenli olana kadar hep böyle yapcam.”
“Korktuğum tek bir adam var, o da şu Ahmak Wilson. Ona ahmak diyorlar, aptal diyorlar. Yok, o adam benden bile akıllıdır! Bu şehirdeki en akıllı adam. Hâkim Driscoll ya da Pem Howard’dan da akıllı. Kahrolası adam! Hele o adi gözlükleri falan var ya. Bence cadı o adam. Aman neyse, bir daha onu gördüğümde yine çocukların parmak izini ister kesin. Eğer o da değiştiklerini fark etmezse, hiç kimse fark edemez ve işte o zaman güvende olurum. Ama cadı işinden korunmak için iyisi mi yanıma bir nal alayım.”
Yeni zenciler Roxy’ye sorun çıkarmadı, tabii ki. Sahibi de öyle. Nitekim yapacağı vurgunlardan biri tehlikedeydi ve zihni öyle meşguldü ki çocukları görmedi bile. Roxy’nin tek yapması gereken, Driscoll geldiğinde çocukları güldürmekti. O zaman suratları, dişetlerinden ibaret hale geliyordu ve bu heyecan nöbeti geçip de çocuklar tekrar insan görüntüsüne kavuşana kadar Driscoll gitmiş oluyordu.
Birkaç gün içinde yapacağı vurgunun kaderi öylesine belirsiz bir hal aldı ki; Bay Percy, ağabeyi yani Hâkim ile beraber neler yapılabileceğini görmek için gitti. Her zamanki gibi arsa vurgunu söz konusuydu ve işler, bir davayla birlikte karmaşık