Altın çağ. Кеннет Грэм
ne kadar beyhude olduğu çok önceleri ispat edilmişti, bu yüzden bu açıklamayı boşa harcamamaya karar verdik. Yaşamımız boyunca kaçındığımız bir güç olan kudretli düşmanımıza, yani amansız kadere karşı mücadele etme gerekliliğiyle, hem aynı düşüncede hem de aynı gayede buluşmuş bizlerin, yine bizden başka dert ortağı yoktu. Hatta o tuhaf ve soluk düzene tabi yetişkinlerin bize olan uzaklığı, gün ışığı altında doğal varlığımızı paylaşan dostane hayvanların bize olan uzaklığından daha fazlaydı. Sözkonusu uzaklaşma değişmez bir adaletsizlik hissi yüzünden daha da belirgin bir hal alıyordu, çünkü Olimposlular asla ama asla hataya düştüklerini kabul etmezlerdi, düşünceleri konusunda geri adım atmazlardı, yahut benzer imtiyazları bize tanımazlardı. Mesela kedimi evin üst kat penceresinden fırlattığım zaman (bu işi kötü bir niyetle yapmamama ve kediye bir zarar gelmemesine rağmen) biraz düşündükten sonra tıpkı bir centilmen gibi davranmış ve hatalı olduğumu kabul etmiştim. Peki, mesele orada kapandı mı? Elbette hayır! Sonra bir keresinde Harold, komşunun domuzlarından birine saldırma ve yaralamadan suçlu bulunup bütün gün odasına kilitlenmişti ki böyle bir eylemi önce kendisi ayıplardı, çünkü sözkonusu domuzla çok yakın arkadaştı. Tahmin edeceğiniz gibi asıl suçlu o değildi ve Olimposlular, asıl suçlu bulunduktan sonra doğru düzgün bir pişmanlık belirtisi dahi göstermediler. Harold pek de tutsakmış gibi hissetmedi, oysa Olimposlular olsa öyle hissederlerdi; gerçi Harold da çok geçmeden dostlarının yardımını alarak pencereden kaçmıştı ve salıverileceği zamana kadar dışarıda gezmişti. Üstelik tek bir söz her şeyi düzeltebilirdi, fakat elbette o söz dudaklarından asla dökülmedi.
Neyse! Olimposluların hepsi göçüp gitti. Neden bilmiyorum, ama güneş sanki eskisi kadar parlak ışıklar saçmıyor. Eskinin uçsuz bucaksız çayırları artık küçüldü ve birkaç hektarlık arsalara dönüştü. Üstüme iç karartıcı bir kuruntu, tatsız bir kuşku çöküyor. Et in Arcadia ego, Arkadya’da bile varım1. Yoksa, yoksa zamanla ben de mi bir Olimposlu oldum?
TATİL
Dört yana hükmeden rüzgâr ortaya çıkmış, sabahın efendisinin peşinden koşuyor ve arkasından sesleniyordu. Kavak ağaçları güçlü bir hışırtıyla salıncak gibi sallandı, ölü yapraklar yerden havalanıp döndü, bulutsuz gökyüzüyse müthiş bir arp sesi duymuşçasına heyecanlanmışa benziyordu.
Yılın ilk uyanışlarından biriydi. Toprak iyice esnedi, sanki uykulu gözlerle gülümsüyordu; görkemli devin kımıldamasıyla birlikte yeryüzündeki her şey sıçradı ve titreşti. Önümüzde koca bir tatil vardı ve bizler bir doğum gününü kutluyorduk; kimin doğum günü olduğu önemli değil. İçimizden biri hediyelere boğuldu, epey alışılagelmiş konuşmalara maruz kaldı ve fevkalade hoşluk veren o kahramanca hisle resmen ışıldadı, üstelik o müthiş hissi hak etmek için hiçbir zahmete girmesine gerek kalmamıştı. Ancak tatil hepimiz içindi, doğanın sevinçle uyanışı hepimiz içindi. Su birikintileri etrafındaki çeşitli eğlenceler, güneş ya da çit devirme oyunları hepimiz içindi. Bir tay gibi çayırlarda koştum, doğanın güler yüzlü çehresi üstünde mutlulukla sıçrayıp oynuyordum. Gökyüzü masmaviydi, kış mevsiminin geride bıraktığı gölcükler o muhteşem rengi yansıtıyordu, gerçekten mükemmeldi. Nazik nazik esen rüzgâr, toprağı filizlendiren yumuşak dokunuşuyla, korunaklı yuvalarında saklanan çuha çiçeklerine olduğu kadar, benim küçük benliğime de can vermişti sanki. Gün ışığıyla yıkanan arazide koşup durdum, en azından bir günlüğüne de olsa derslerden muaftım, disiplin ve ıslah zincirlerinden kurtulmuştum. Bacaklarım kendi kendine koşuyordu resmen, o ara cılız ve tiz bir sesle ismimin haykırıldığını duydum ama durmak gibi bir düşüncem yoktu. Harold bağırıyor herhalde diye düşündüm, onun bacakları benimkilerden kısa olmasına rağmen bundan çok daha uzun koşulara dayanabiliyordu. Sonra tekrar seslenildiğini işittim, ses bu sefer çok daha cılız çıkmıştı, üstelik ortasında da iyice kısılmıştı. Charlotte’ın hüzün dolu yüzünü görünce hemen durdum.
Nefes nefese kalmıştı, kendini hemen yanımdaki çimenliğe bıraktı. İkimizin de konuşmak gibi bir arzusu yoktu, şu muhteşem sabahın ışıltısı ve ihtişamı bile başlı başına eksiksiz ve dolu dolu bir memnuniyet sebebiydi zaten.
“Harold nerede?” diye sordum biraz sonra.
“Ha, nerede olacak, her zamanki gibi çörekçilik oynuyor,” diyerek huysuz bir edayla cevap verdi Charlotte. “Bütün tatili çörekçilik oynayarak geçirmek istiyor herhalde!”
Gerçekten de tuhaf bir hevesti. Ancak kendi oyunlarını bulan ve onları tek başına oynayan Harold, yeni edindiği heveslere her daim böyle sıkı sıkıya sarılırdı, en azından bıkana kadar. Şimdilerde de çörekçi rolünü oynuyordu işte, sabah akşam demeden o yol senin bu yol benim arşınlar, merdivenleri inip çıkar, sessiz zilini çalar ve görünmez yolculara hayali çöreklerinden ikram ederdi. Kulağa çok saçma bir uğraş gibi geliyor, öte yandan bazı noktalar -bizzat inşa ettiğin dolu sokaklardan geçmek, uydurma bir zili çalmak, kendi ellerinle yaptığın hayali çörekleri yine kendi hayal gücünle yarattığın canlı kalabalıklara sunmak gibi uğraşlar- oyunu bir nebze ilginç kılıyor, bunu inkâr edemem. Yine de esen rüzgârın temizlediği şu ışıl ışıl sabahta yapılacak iş değildi bu.
“Edward nerede peki?” diye sordum bu sefer.
“O da yol üzerinden gelecekti,” dedi Charlotte. “Biz oraya vardığımızda çukura saklanmış olacak, sonra bir bozayıymışçasına üstümüze zıplayacak, ama bunu sana söylediğimi sakın ona çaktırma, çünkü şaşırmamız gerekiyor.”
“Merak etme,” dedim asil bir ifadeyle. “Öyleyse hadi gidip şaşıralım.” Buna rağmen, günlerin şahı olan şu günde bir bozayının bile kendini kaba ve hatalı görebileceğini düşünüyordum.
Evet, yola vardığımızda gerçekliğinden şüphe duyamayacağımız bir ayı cidden üstümüze atıldı. Birbirini takip eden çığlıklar, hırıltılar, tüfek atışları ve belgelenmemiş kahramanlıkların sonu gelmedi; ta ki iyice kabarttığı gövdesi ve çattığı kaşlarıyla gerçek bir bozayıyı andıran Edward, en sonunda yere yuvarlanıp ölmeye karar verene kadar. Bu hepimizce bilinen bir kuraldı, ayı rolünü üstlenen kişi en nihayetinde ölmeliydi. Kendisi en büyüğümüz olsa bile kurala uymalıydı, yoksa hayat baştan aşağı çekişmelerden ve kıyımdan ibaret olurdu, zor kazanılmış medeniyetimizin yerini ise vahşi hayat alırdı. Bu küçük eğlence hepimizin gülüşmesiyle sona erdi. Yeniden yola koyulduk, Harold’ın yanına uğrayıp onu da aramıza aldık, artık çöreklerini bir kenara bırakmıştı ve gerçek dünyaya geri dönmüştü.
“Söylesenize,” diye söze girdi Charlotte. Kafası her zaman o sıralarda okuduğu kitapta olurdu, en azından kitabı bitirip bir kenara koyana kadar. “Söylesenize, biri yolun bir tarafında, diğeri de diğer tarafında iki aslan gördünüz, ama serbestler mi yoksa zincire mi vurulmuşlar bilmiyorsunuz, ne yaparsınız?”
“Ne mi yapardım?” diye yiğitçe bağırdı Edward. “Ben… ben… ben…”
Böbürlenen haykırışları yavaşça dindi ve yerini bir mırıltıya bıraktı: “Ben… ne yapacağımı bilemezdim.”
“Hiçbir şey yapmamamız gerekir,” dedim biraz düşündükten sonra, daha akıllıca bir sonuca varmak gerçekten çok zor olurdu.
“Eğer mesele bir şeyler yapmaksa,” diye düşünceli düşünceli karşılık verdi Harold, “yapılacak şeyi önce aslanlar yapardı, öyle değil mi?”
“Ama
1
Bu Latince cümle, Nicolas Poussin’in bir tablosunun adıdır. “Arkadya’da bile varım,” şeklinde Türkçeleştirilebilecek bu cümlede konuşanın “ölüm” olduğu, Arkadya’nın ise ütopik bir yer olduğu tahmin edilmektedir. Ölümün kaçınılmazlığını işaret ettiği düşünülmektedir. (e.n.)