Altın çağ. Кеннет Грэм
göremeyeceği için düş kırıklığına uğramıştı. Harold ve ben yürümeye devam ettik, bir an önce etrafımızı çevreleyen çitlerin paramparça olmasını ve her yanı kurşuni ölümün kaplamasını bekliyorduk.
“Kızılderililer mi?” diye sordu yoldaşım, askerlerin karşılaşacağı düşmanı kastediyordu. “Yuvarlak kafalılar mı yoksa; kimle savaşacaklar?”
Düşündüm. Harold daima açık ve anlaşılır cevaplar isterdi, kararsız varsayımlardan hoşlanmazdı.
“Kızılderililer değildir,” diye cevap verdim en sonunda. “Yuvarlak kafalılar da değildir. Yuvarlak kafalılar uzun zamandır etrafta görünmüyorlar. Fransızlarla karşılaşacaklardır.”
Harold’ın yüzü düştü. “İyi madem,” dedi. “Fransızlar da olur, ama umarım Kızılderililerdir.”
“Kızılderililer olursa ben geri dönerim,” diye karşılık verdim. “Çünkü onların eline esir düşersen, önce kafa derini yüzerler, sonra seni bir kazığa bağlayıp yakarlar. Fransızlar o tarz şeyler yapmıyorlar.”
“Emin misin?” diye kuşkuyla sordu Harold.
“Elbette,” diye cevapladım. “Fransızlara esir düşersen seni Bastille adını verdikleri bir hapishaneye kapatırlar. Sonra sana bir somun ekmeğin içine saklanmış demir törpüsü gönderilir. Demir parmaklıkları kesersin, aşağı doğru bir ip sarkıtıp kaçarsın, peşinden ateş ederler ama vuramazlar. Ardından olanca hızınla deniz kıyısına doğru koşarsın, en sonunda da bir İngiliz gemisine kadar yüzer ve kurtulursun, işte bu kadar!”
Harold tekrar canlandı. Plan epey hoşuna gitmişti.
“Eğer bizi esir almaya çalışırlarsa kaçmayız, değil mi? Yoksa kaçar mıyız?” diye sordu.
Bu sırada korkak düşman bir türlü ortaya çıkmıyordu. Bizim köyümüzün sınırları dışındaki yabancı bir taşraya varmak üzereydik, burası hiç de medeni bir yere benzemiyordu, gece çöktüğünde aslanların cirit atacağı yerlerden birini andırıyordu. Benim dalağım şişmişti, Harold’ın da çorapları bileklerine kadar inmişti. Fransızların herkesçe bilinen cesaretine dair iç karartıcı bazı şüpheler duymaya başlamıştım ki askerlerin kumandanı seslendi, askerler safları sıklaştırdılar ve hızla koşmaya başladılar, zaten bir hayli önümüzde olan birlik biraz sonra gözden kayboldu. İçime bir ağırlık çöktü, muhtemelen kandırıldığımızdan şüpheleniyordum.
“Hücuma mı kalkıyorlar?” diye bağırdı Harold, epey yorulmuştu ama hevesle öne atıldı.
“Sanmıyorum,” diye kuşkuyla cevap verdim. “Hücuma kalkacakları zaman kumandan konuşma yapar, sonra askerler kılıçlarını çekerler, trompetler üflenir ve… Ama neyse, gel kısa yoldan gidelim. Belki onlara yetişebiliriz.”
Böylece tarlaların arasından geçip başka bir yola çıktık, o yolu da geçtik, ardından daha fazla tarlayı aştık, nefes nefese kalmıştık, moralimiz bozuktu, ama yine de en iyisini ümit ediyorduk. Güneş battı, yağmur hafifçe çiselemeye başladı. Üstümüz başımız çamur oldu, nefesimiz kesildi, yorgunluktan neredeyse düşüp bayılacaktık. Ama sendeleye sendeleye yürümeye devam ettik, en sonunda daha önce gördüğüm yolların hiçbirine zerre kadar benzemeyen bir yola vardık. Uzayıp giden yolda herhangi bir yön işareti ya da yol gösteren tabelalardan yoktu. İçinde bulunduğumuz durumu daha fazla inkâr etmeye gerek de yoktu. Maalesef kaybolmuştuk. Yağmur çiselemeye devam ediyordu, karanlık çökmeye başlamıştı. Delikanlıların ağlamak için geçerli sebeplerinin olduğu bazı anlar vardır, eğer Harold yanımda olmasaydı oracıkta ağlardım. O dürüst çocuk, kendinden yaşça büyük abisine sonsuz itimat göstermişti. Haline bakılırsa yanımdayken etrafı süngü tutan askerlerce çevrelenmiş kadar güvende hissettiği anlaşılıyordu. Ama o meşhur sorularını sormaya başlar diye ödüm kopuyordu.
Tepkisiz doğaya boş gözlerle baktığım sırada bir at arabasının yakınlardan gelen sesi canıma can kattı sanki. Yaklaşan arabanın bizim tanıdık yaşlı doktorun arabası olduğunu fark ettiğimdeyse az kalsın mutluluktan bayılacaktım. Tanrı bir şekilde vücut buluyor mu bilmiyorum, ama cennet tarafından gönderilen o dostun bizi tanıyıp durması ve neşeyle arabadan inip selam vermesi resmen bir mucizeye işaret ediyordu. Harold hemen yanına koştu. “Orada mıydın yoksa?” diye bağırdı. “Çetin bir savaş mıydı? Kim yendi? Çok fazla asker öldü mü?”
Doktor afallamış görünüyordu. Vaziyeti kısaca açıkladım.
“Anlıyorum,” dedi, ciddi ciddi bakıyordu, dudaklarını bir o tarafa, bir öbür tarafa büzüyordu. “Pekâlâ, doğrusunu isterseniz, bugün savaş falan olmayacak. Havadaki değişiklik sebebiyle başka bir zamana ertelendi. Savaşın yeni tarihini yakında size haber verirler. Şimdi, atlayın da sizi eve götüreyim. Az oyuncu değilsiniz ha keratalar! Sizi casus diye yakalayıp vursalardı ne yapacaktınız bakalım!”
O büyük tehlike hiç aklımıza bile gelmemişti. O düşüncenin gerilimi, eve doğru yol alırken üstüne tünediğimiz yastıkların yuvayı hatırlatan hoş hissini daha da değerli kılmıştı. Doktor savaş çadırında görev yaparken başından geçen kanlı olayları anlatarak yolculuk boyunca bizi eğlendirdi, anlaşılan o ki yeryüzünün her köşesinde savaşa katılmıştı. Her güzel şeyin katili olan zaman, çok vakit sonra, o anlattığı şeylerin gerçek olmadığını öğretti bizlere; ama ne olmuş yani? Hakikatten daha yüce şeyler vardır. Evimizin kapısına vardığımız vakit savaşın ertelenmesini az da olsa kabullenebilmiştik.
PRENSESİN PEŞİNDE
Ogün, diş fırçası kullanmaya terfi ettirilmiştim. Kız çocuklarına yaşlarına bakılmaksızın çok daha önceden diş fırçası kullanma izni veriliyordu. Biz erkekler olarak bunun sebebini bir türlü anlayamadık. Ancak bize göre bu uygulama, muhtemelen fiziksel ve (dedikoduya olan düşkünlüklerinin de gösterdiği gibi) zihinsel açıdan daha aşağı derecede oldukları için onlara sürekli iltimas geçilmesiyle bağlantılıydı. Bu tuhaf diş fırçalama aletleri için yanıp tutuştuğumuz falan da yoktu. Öyle ki Edward kendisininkini sincap kafeslerini fırçalamak için kullanıyordu, dişlerini fırçalayacağı zamanlardaysa, yani büyüklerimizden biri sert sert baktığında ya Harold’ın fırçasını ya da benim fırçamı ödünç alırdı, üstelik buna hiç aldırış etmezdi. Öte yandan diş fırçası kullanma terfisinin kendi içinde barındırdığı şeref bizim için ayrı bir meseleydi. Gerçekten de terfi edecek daha üstün ne olabilirdi ki, tabii çok uzun zaman sonra kullanmaya başlayacağımız jilet ve usturadan başka?
Belki terfiyle gelen heyecan yüzünden, belki de doğa ve muhteşem sabahın bir araya gelip beni asiliğe teşvik etmesi yüzünden, kahvaltımı yaptıktan ve geçen pazar gününde elime yüzüme bulaştırdığım duayı alnımın akıyla okuduktan sonra (herhangi bir kafiyesi ya da melodisi yoktu, pek güzel bir dua değildi yani), içimdeki küçük doğa adamının kanı kaynamaya başladı. En nihayetinde çelimsiz bir arabacıymışçasına ahırların önünü arşınlarken ve kendi kendime söylenirken “Derslerin cehennemin dibine kadar yolu var!” diyerek kestirip attım. Hem o sabah yalnızca coğrafya vardı; alan çalışmasının kendisi teorilerle dolu sayısız kitabın verebileceği derse eşdeğerdi. Ben seyahate çıkmayı kafaya koymuştum bir kere, o yüzden capcanlı ve renkli dış dünyayı keşfettiğim sırada ithalat ve ihracatlar, nüfuslar ve başkentler bekleyebilirdi.
Doğru, yanıma benim gibi asi bir dost gerekiyordu. Her zaman olduğu gibi Harold kesinlikle bana katılabilirdi. Fakat kendisi o sıralar epey gururluydu. Önceki hafta cezaya kalmıştı ve yeni bir cezayla onurlandırılmıştı, çünkü küçük bir süngerle Charlotte’ın oyuncak bebeklerinin yüzünü yıkamıştık, böylece en büyük