Beyaz muhafız. Михаил Булгаков
ediyor, o uyurken solgun, terli bir tutam saç alnına yapışmış duruyor, pembe abajurlu lamba hâlâ yanıyordu. Bütün ev uykudaydı. Kütüphaneden Karas’ın horlama sesleri, Nikolka’nın odasından ise Şervinski’nin ıslığa benzer nefes alış verişleri duyuluyordu… Karanlık, kafaları karışık insanlar… Aleksey’in yatağının yanında, yerde açılmış ama okunmamış bir Dostoyevski duruyordu. Elena mışıl mışıl uyurken Ecinniler’in karakterleri geleceğe dair kötü kehanetlerde bulunuyorlardı.
“Beni dinle: Öyle birisi yok. Şu Simon Petlyura denen adam hiç var olmadı. Öyle bir Türk de yok, Malaya Bronnaya’da ferforje demirden sokak lambası direğinin altında gitar falan da yok, hiçbir zaman Zemstvo Birliği’nde de bulunmadı, bunların hepsi saçmalık.” Olan şu ki, o korkunç 1918 yılının belirsizliği ve karışıklığı içinde böyle bir efsane ortaya atıldı ve büyüdü.
…Fakat başka bir şey daha vardı –güçlü bir nefret. Ortada dolaşan 400 bin Alman ve 400 binin kırk katı kadar da öfkesi bastırılamayan köylü vardı. Bugün bu öfkeye sahip olmak için geçerli bir nedenleri vardı. Genç Alman üsteğmenler sopalarla yüzlerine vurmuş, itaatsizlik eden köyler şarapnel yağmuruna tutulmuş, Ataman’a bağlı Kazaklar tarafından sırtlarına tüfek harbileriyle vurulmuştu. Alman ordusunun binbaşıları ve teğmenleri tarafından kağıt parçalarına imzalanmış borç senetlerinin üzerinde şunlar yazılıydı:
“Bu dişi Rus domuzuna, domuzcuğu için yirmi beş mark öde.” Bu pusulaları şehirdeki Alman karargahına getirenlere alaycı bir şekilde gülünüyordu. El koyulan atlar, haczedilen tahıllar, Ataman’ın yönetimi altındaki mal varlıklarını geri almak için dönen şişman suratlı toprak sahipleri. “Rus Subayları” dendiğinde bütün harfler kabaran bir nefretle tınlıyordu.
Durum bundan ibaretti.
Bir de Ataman’ın uygulamaya koyması beklenen toprak reformu vardı… Ne yazık ki bu da 1918 yılının Kasım ayındaydı. Şehrin çevresindeki silah sesleri ilk duyulmaya başladığı zaman. Aralarında Vasilisa’nın da olduğu pek çok izan sahibi insanın, köylülerin de Ataman Bey’den adeta kuduz bir köpekmiş gibi nefret ettiklerini nihayet anladığı zaman. Ve köylülere göre Ataman’ın sözde “reform” dediği şey, toprak sahiplerinin menfaatine olan bir dalavereydi. Yapılması gereken köylülerin yüzyıllardan beri özlemini duyduğu gerçek bir reformdu:
Bütün toprakların köylülere dağıtılması.
Kişi başı bin iki yüz dönüm.
Toprak sahibi diye bir şey olmadan.
Bu bin iki yüz dönümlük toprak için doğru dürüst bir tapu, bu malın kalıcı sahipliğinin dededen babaya, babadan oğula geçeceğini ve böyle devam edeceğini gösteren, üzerinde yetkili mercilerin mührü bulunan resmi bir belge.
Şehirden gelip tahıl isteyen çakallar olmayacak. Tahıl bizim olacak. Bizden başka hiç kimse sahip olmayacak ve yemediğimizi toprağa gömeceğiz.
Şehir bize gazyağı sağlayacak.
Hiçbir Ataman -ya da başka biri- bu gibi reformları yapamaz, yapmaz. Ortada dolaşan bazı arzulu söylentilere göre hem Ataman’ın, hem de Almanların icabına bakabilecek tek güç Bolşeviklerdi. Gelgelelim Bolşevikler de onlardan daha iyi bir halt değillerdi: Bir avuç Yahudi ve komiser. Ukrayna’nın zavallı köylüleri için durum ümitsizdi, hiçbir tarafta kurtuluş yoktu.
Fakat ülkede savaştan yeni dönmüş, bizzat o nefret ettikleri Rus subayları tarafından silah kullanma eğitimi verilmiş on binlerce adam vardı. Alman askerî mahkemeleri tarafından uygulanan yargısız adalete, havalarda uçuşan tüfek harbilerine ve şarapnel ateşine rağmen toprak altına gömülmüş, ot yığınlarının arasına ve ahırlara saklanmış ve teslim edilmemiş yüz binlerce tüfek, aynı toprağa gömülmüş milyonlarca fişek, her beş köyden birinde gizlenmiş bir tanksavar, iki köyden birinde makineli tüfekler, bütün küçük kasabalarda saklanmış bombalar, ordu paltoları ve kürk kalpaklarda dolu gizli depolar vardı.
Ve aynı küçük kasabalarda, kaderleri Rusya ordusunda teğmen olarak çizilmiş sayısız öğretmen, hastane hademesi, küçük çiftlik sahibi, bu topraklarda doğmuş Ukraynalı adlarıyla kurmay yüzbaşılar -hepsi Ukraynaca konuşan ve hepsi de Rus toprak sahiplerinden ve Moskovalı makamlardan kurtulmuş, hayallerindeki Ukrayna’nın özlemini duyan- ve binlerce Avusturya Galiçya Cephesi’nden dönmüş savaş mahkumu vardı.
Bunların hepsine bir de on binlerce köylü eklenince, sonuç ancak bela olabilirdi…
Bir de şu mahkum vardı… Gitarlı adam mıydı, Cohen’in tütün dükkanındaki adam mı, Simon mu, bir defalık Zemstvo memuru mu? Hepsi saçmalıktı elbette. Öyle bir adam yoktu. Palavra, tam bir uydurma, katkısız bir serap. Fakat bilge Vasilisa, o Kasım günü dehşet içinde başını ellerinin arasına alıp “Quem deus vult perdere, prius dementat!”7 diye feryat ederek Petlyura’yı o iğrenç şehir hapishanesinden çıkarıp serbest bıraktığı için Ataman’a küfrettiğinde artık çok geçti.
“Saçmalık, bu mümkün değil” dediler. “O Petlyura olamaz, başka biridir. Hayır o başka birisi.”
Fakat işaretlerin zamanı artık geçmişti. İşaretler yerlerini olaylara bıraktı. İkinci kritik olay efsanevi bir karakterin hapisten çıkması kadar küçük bir olay değildi. O kadar büyük bir olaydı ki tüm insanlık gelecek yüzyıllar boyunca bunu hatırlayacaktı. Uzaklarda, Batı Avrupa’da şalvarımsı kırmızı pantolonları içindeki Galya horozları, çelik grisi Almanları sonunda ele geçirmişlerdi. Korkunç bir manzaraydı: Kafalarında kukuletalarıyla savaşçı horozlar, zaferleriyle övünüyorlardı. Zırhlı birlikler halindeki Almanların üzerine akın etmiş, zırhlarına vurdukları pençeleriyle hem zırhlarını, hem de altındaki et parçalarını koparıp almışlardı. Almanlar çaresizce savaştılar, süngülerinin uzun bıçaklarını hasımlarının deri kaplı göğüslerine sapladılar ve dişlerini sıktılar. Ama fazla direnemediler ve Almanlar –o meşhur Almanlar!– merhamet dilediler.
Sonraki olay bununla yakından ilintiliydi ve doğrudan bunun yol açtığı bir gelişmeydi. Bütün dünya hayretler içerisinde, uçları tıpkı on beşlik çiviler gibi yukarı doğru kıvrık bıyıkları en az kendi adı kadar meşhur, içinde bir kıymık dahi bulunamayacak, o saf çelikten mamul adamın görevinden azledildiğini öğrendi. İmparatorluk mevkisinden alınmıştı. Şehirdeki herkes korkudan titredi: Her bir Alman subayının pahalı malzemelerden üretilmiş mavi-gri üniformaları birer paçavraya dönüşürken yüzlerindeki rengin kayboluşunu izlediler. Şehirde bütün bunlar birkaç saat içinde cereyan etti. Bütün Almanların yüzleri soldu, subayların tek camlı gözlüklerindeki ışıltı kayboldu ve o geniş yuvarlak camların ardında yoksulluktan başka bir şey kalmadı.
Durumun gerçekliği, ellerinde ham deriden yapılmış bavullarıyla Bolşevik kampını çevreleyen dikenli tellerin üzerinden atlayıp kaçarak şehre sığınmış, üst seviyede zekaya sahip erkeklerin ve onların zengin karılarının kafalarına o anda nüfuz etmeye başladı. Bu akıbetin onları kaybeden tarafla ilişkilendirdiğinin ayırdına vardıklarında yürekleri korkuyla doldu.
“Almanlar kaybetti” dedi, domuzun biri.
“Kaybeden biziz” dedi, zeki olan domuz.
Ve Kiev halkı bir şeyin daha farkına vardı. Ancak daha önce kaybetme hissini yaşamış biri bu kelimenin gerçek anlamını bilirdi. Parti yapılan evde elektriklerin kesilmesi gibi bir şeydi. Canlı ve habis yeşil renkli küfün, duvar kağıdının üzerinde ağır ağır ilerlediği bir oda gibi, raşitizm hastası çocukların ziyan olmuş bedenleri gibi, kokuşmuş yemek yağı gibi, karanlıkta bağıra çağıra ağıza alınmayacak
7
Antik Yunan sözü: “Tanrı birilerini cezalandıracağı zaman önce onun mantığını elinden alır” (ç.n.)