Beyaz muhafız. Михаил Булгаков

Beyaz muhafız - Михаил Булгаков


Скачать книгу
arasında dolaşan cinnet geçirme halinin dizginsiz hoyrat öfkesi, parçalanmış ağaç ayakkabılardaki öfke, mat renkli saçlarındaki samanlar halinde uğuldayan bir öfke gibi her yana yayılıyordu. Ellerinde kocaman bir sopa tutuyordu, anlaşılan o sopa olmadan Rusya’da büyük bir değişiklik olabilmesi söz konusu değildi. Kimi yerlerde “kızıl horozun ötüşü”, çiftliklerin ve ot yığınlarının ateşe verilmesi ile kendini gösterirken, kimi yerlerde mor renkli gün batımında Yahudi bir hancının cinsel organından asılması biçiminde tezahür ediyordu. Polonya’nın güzel başkenti Varşova’da tuhaf görüntüler de oluştu: O, Henryk Sienkiewicz8 kaidesinin üzerinde acımasız bir hoşnutluk ile gülümsüyordu. Çok geçmeden adeta cehennemdeki bütün iblisler salıverildi. Hemen yanlarında bulunan, pencereleri tüfek ateşiyle kırılıp dökülen okul binalarında insanlar devrim şarkıları söylerlerken, rahipler küçük kiliselerinin çanlarını, kilisenin kubbelerini sallarcasına çaldılar.

      İnsanı boğan bir belirsizliğin kol gezdiği bir zaman ve yerdi. Cehhenneme kadar yolu vardı! Hepsi uydurmaydı! Petlyura bir uydurmaydı. Öyle biri yoktu. Tıpkı eskiden sözü edilen var olmamış Napolyon Bonapart gibi müthiş bir uydurma. Ama ondan çok daha renksiz. Fakat bir şeyler yapılması gerekiyordu. Bu dizginsiz köylülerin öfkesi öyle ya da böyle bir yola kanalize edilmeliydi, çünkü bunu yok edecek bir sihirli değnek yoktu.

      Aslında her şey çok basitti. Sorun vardı, fakat bu sorunu giderecek adamlar bulunamıyordu. Derken Yüzbaşı Toropetz ortaya çıktı. Avusturya ordusundan daha aşağı bir yerden gelmediği anlaşıldı…

      “Ciddi olamazsın!”

      “Seni temin ederim ki öyle.”

      Onun ardından Vinniçenko adında bir yazar peyda oldu. Bu yazar iki şey ile ünlüydü – romanlarıyla ve 1918 yılının başında kaderin onu Ukrayna adındaki sorunlu deniz yüzeyine savurması ve bunun üzerinden bir saniye geçmeden St. Petersburg’un hiciv gazetelerinin onu bir hain olarak damgalamasıyla.

      “Hak ettiği cezayı buldu…”

      “Ben o kadar da emin değilim. Bir de şu hapishaneden salıverilen gizemli adam var.”

      Eylül ayı geldiğinde bile şehirdeki hiç kimse, bilinen tek meziyetleri, Belaya Çerkov gibi silik bir yerde, tam da doğru zamanda ortaya çıkmak olan bu üç adamın neyin peşinde olduğunu bilmiyordu. Ekim ayında, Alman subaylarla dolu o ışıl ışıl trenler şehirden yola çıkarak yeni kurulan Polonya devleti denen boşluğa, oradan da Almanya’ya doğru giderken insanlar onlar hakkında çılgınca tahminlerde bulunuyorlardı. Telgraflar havada uçuştu. Onlarla birlikte elmaslar, kurnaz gözler, arkaya doğru yapıştırılmış saçlar ve para da gitti. Güneye doğru kaçtılar, güneyden de deniz kıyısındaki Odessa şehrine. Kasım ayı geldiğinde ne yazık ki herkes neyin yaklaşmakta olduğunu korkunç bir kesinlikle biliyordu. Telgraf formlarının gri renkli kağıtlarındaki Petlyura kelimesi bütün duvarlarda yankılandı. Sabahları gazetelerden kahvelerin içine düştü ve tropik bitkiden yapılan içecekler bir anda iğrenç kahverengi bulaşık sularına dönüştü. Bu kelime, dilden dile dolaştı, telgraf operatörünün parmakları tarafından mors alfabesi ile kodlandı. Almanların “Peturra” şeklinde yanlış olarak telaffuz ettikleri o isim sayesinde şehirde olağanüstü şeyler meydana gelmeye başladı.

      Şehrin varoşlarında, sarhoş bir şekilde tek başına, sallana sallana dolaşmak gibi kötü bir alışkanlıkları olan Alman askerleri geceleri ortadan kaybolmaya başladılar. Bir gece ortadan kayboluyor, ertesi gün de öldürülmüş olarak bulunuyorlardı. Bu kanunsuzluklara bir son vermek için şehrin değişik yerlerine ellerinde fenerlerle ve başlarında metal başlıklarla dolaşan Alman devriyeler gönderilmeye başlandı. Fakat insanların zihinlerinde şekillenmeye başlayan şüpheleri yok etmeye hiçbir fenerin aydınlığı yetmezdi.

      Wilhelm. Dün üç Alman öldürüldü. Tanrım, Almanlar gidiyorlar, duydun mu? İşçiler Moskova’da Troçki’yi tutuklamış. Bir grup orospu çocuğu Borodyanka yakınlarında bir treni durdurup tamamen soymuş. Petlyura Paris’e bir elçi göndermiş. Tekrar Wilhelm. Odessa’da siyahî Senegalliler varmış. Gizemli bilinmeyen bir isim, Consul Enno. Odessa. General Denikin. Yeniden Wilhelm. Almanlar gidiyor, Fransızlar geliyor.

      “Bolşevikler geliyor, kardeşim!”

      “Böyle şeyler söyleme!”

      Almanların, üzerinde hareketli ibresi olan özel bir cihazı varmış. Cihazı yere koyuyorlarmış ve eğer toprağın altında gömülü silah varsa ibre sallanarak dönüyormuş. Bu sadece bir şakadan ibaret. Petlyura Bolşeviklere bir elçi göndermiş. Bu daha da saçma bir şaka. Petlyura. Petlyura. Petlyura. Peturra…

      Peturra denen bu adamın Ukrayna’da ne yapmak istediğini bilen tek bir kişi bile yoktu. Bir yandan da herkes onun gizemli ve kimliği meçhul olduğundan (hatta gazeteler sürekli birbirinden farklı Katolik piskoposların fotoğraflarını yayınlayıp Simon Petlyura diye başlık atıyordu) ve Ukrayna’yı zapt etmek istediğinden emindi. Bunun için ilerleyecek ve şehri ele geçirecekti.

      VI

      Madam Anjou’nun mağazası Le Chic Parisien şehrin tam göbeğinde, Tiyatro Caddesi’nde, Opera Binası’nın arkasında, çok katlı büyük bir binanın birinci katındaydı. Caddeden üç basamak yukarı çıktıktan sonra girilen mağazanın cam kapısının iki yanındaki geniş vitrin camlarının üzerinde tozlu tüller asılıydı. Madam Anjou’nun başına ne geldiğini ya da mağazanın neden böylesi ticaret yapılmayan bir hale büründüğünü hiç kimse bilmiyordu. Sol kanatta renkli bir kadın şapkası çizimi ve üzerinde altın renkli harflerle “Chic Parisien” yazısı vardı. Fakat sağ kanatın iç tarafına sarı renkli kartondan bir poster yapıştırılmıştı. Posterin üzerinde Topçu Birliği’nin birbiriyle çapraz konumdaki toplardan oluşan amblemi vardı. Üzerinde ise şu sözler yazılıydı:

      “Kahraman olmayabilirsiniz -ama mutlaka gönüllü olmalısınız.”

      Çapraz topların altında da şöyle yazıyordu:

      “Havancı Alayı için gönüllü olanlar adlarını buraya yazabilirler.”

      Mağazanın önünde park halinde bakımsız ve kirli sepetli bir motosiklet duruyordu. Yuvarlak bir kapı tokmağı olan kapı sürekli açılıp, çarparak kapanıyor, her açıldığında da çok hoş bir çan sesi duyuluyor –trrring-trrring– ve bu ses Madam Anjou’nun eski güzel günlerini anımsatıyordu.

      Mişlayevski ve Karas, Aleksey Turbin’in evinde birlikte sarhoş oldukları gecenin sabahında hemen hemen aynı anda kalktılar. Her ne kadar saat biraz geç olsa da -işin aslı öğle civarıydı-tamamen ayık kafalarla uyanmalarına çok şaşırdılar. Görünüşe bakılırsa Nikolka ve Şervinski çoktan gitmişlerdi. Şervinski Merkez Karargahtaki görevine dönerken Nikolka da sabah çok erken saatlerde içinde ne olduğu bilinmeyen bir bohça hazırlayıp parmak uçlarında yürüyerek evden sıvışmış ve bağlı olduğu Piyade Birliği’ne gitmişti.

      Mişlayevski, Anyuta’nın mutfağın arkasındaki odasına giderken üstünü çıkardı. Perdenin arkasına gizlenmiş termosifonlu banyo bölmesine girip boynuna, sırtına ve kafasına buz gibi soğuk suyu boca etti ve keyifli bir ürperti ile bağırmaya başladı. “Ah! Oh! Enfes!” Kendisiyle birlikte çevresindeki bir metrekare çapındaki her yeri de yıkadı. Sonra kendini Türk havlusuyla kuruladı, giyindi, saçına briyantin sürdü, saçlarını taradı ve Aleksey’e,

      “Eee, Alyoşa… Bana bir iyilik yapıp mahmuzlarını ödünç verir misin? Eve gitmeyeceğim ve mahmuzlarım olmadan dolaşmak da istemiyorum” dedi.

      “Çalışma odasındalar, masanın sağ çekmecesinde.”

      Mişlayevski çalışma odasına gitti. Beceriksizce etrafı


Скачать книгу

<p>8</p>

1846- 1916 yılları arasında yaşamış Nobel ödüllü Polonyalı yazar (ç.n)