Sanşiro. Natsume Soseki
okudum. Çok ilginç kitaplar sayılmazlar ama hangisine isterseniz bakın. Birkaç tane roman da var,” dedi ve gözden kayboldu. Onu uğurlamak için verandaya çıkan Sanşiro, “Teşekkür ederim!” diye seslendiğinde, on metrekarelik bambuluktaki bambular halen tek tek seçilebiliyordu.
Bir süre sonra Sanşiro, sekiz kilimlik çalışma odasının tam ortasına bir sehpa koydu ve akşam yemeğine oturdu. Sehpaya konan yemeğe baktığında, ev sahibine boş yere malumat vermiş olduğunu gördü; çünkü himeiçiler zaten pişirilmişti. Sanşiro, memleketine özgü hasret kaldığı bu kokuyu duyunca mutlu olmuştu; ama yemek pek de leziz olmamıştı doğrusu. Hizmetçi de, tıpkı patronunun dediği gibi, hayli ürkek görünen biriydi.
Yemek bitince hizmetçi mutfağa çekildi, Sanşiro tek başına kaldı. Tek başına kalıp gevşeyince, birden Nonomiya’nın kız kardeşi için endişe duydu. Sanşiro’ya kızın ciddi bir hastalığı varmış gibi geliyordu ve sanki Nonomiya yola çıkmayı ağırdan almış gibiydi. Ayrıca Nonomiya’nın kardeşi, geçenlerde gördüğü kızmış gibi geliyordu ki, bu sezgi çok şiddetliydi. Sanşiro yeniden, kızın yüz hatlarını ve bakışlarını, giysilerini, o gün gördüğü haliyle gözünde canlandırdı. Bu hayali, hastanedeki bir yatağın üstüne yerleştirdi, yanına da Nonomiya’yı dikti; onu ve kardeşini iki üç kez konuşturdu, ama kızın ağabeyi bu sahne için yetersiz kalmıştı; bu yüzden hayalinde onun yerine kendisini geçirdi ve kıza şevkatle yardım etti. O esnada bambuluğun ötesinden bir buharlı tren, düdüğünü öttürerek geçti. Temelleri yıprandığı için mi, toprağı gevşek olduğu için midir bilinmez, oda biraz sallandı.
Sanşiro hastabakıcılık etmeyi bırakıp odaya bakındı. Eski bir binaydı, sade ahşaptan kolonları zarifti. Ama kâğıt kaplı kapısı yuvasına tam oturmuyordu. Tavanı simsiyahtı. Sadece lambası bu çağa aitti. Heves edip böyle bir ev tutmak, feodal devirden kalma bambuları seyrederek yaşamak, Nonomiya gibi bir zamane âlimine çok uygun düşüyordu. Eğer sahiden heves yüzünden bu yeri tutmuşsa bu Nonomiya’nın bileceği işti; ama zaruretten ötürü buraya sığınmışsa, bu çok üzücüydü. Sanşiro’nun duyduğuna göre, o kademedeki bir öğretim görevlisi, üniversitesinden ayda elli beş yenden fazla maaş almazdı. Nonomiya özel bir okulda da ders veriyordu, bunun sebebi mecburiyet olsa gerekti. Bunun üstüne kız kardeşinin hastaneye yatışı eklenince, adamın derdi başını aşmıştı. Ookubo’ya taşınması da, ihtimal ki böylesi ekonomik nedenlerden ötürüydü.
Gece yeni yeni çöktüğü halde, buralar daha şimdiden çok sessizdi. Bahçeden böceklerin sesleri geliyordu. Tek başına oturunca, güz başının hüznü insanın üstüne çöküyordu. O sırada uzak bir yerden birisi, “Aaaah, birazdan olacak!” diye seslendi. Ses galiba evin arka cephesinin baktığı yönden geliyordu, ama çok uzaktan duyulduğu için Sanşiro emin olamadı. Ses hemen kesilmiş, Sanşiro’nun kulak kabartıp sesin hangi taraftan geldiğini kestirme şansı olmamıştı. Fakat Sanşiro’nun kulağına bu tek cümlecik, her şeyi terk etmiş, hiç kimseden cevap beklentisi kalmamış birinin kendi kendine konuşması gibi gelmişti. Sanşiro ürperdi. O sırada, yine bir buharlı trenin gürültüsü uzaklarda yankılandı. Bu ses perde perde yaklaşıp bambuluğun oradan geçerken, önceki trenden bir kat daha yüksek gürültü çıkartıp gitti. Odanın sallanması bitene kadar donakalan Sanşiro, ansızın şimşek gibi bir ilhamla, deminki haykırışla şimdiki tren sesi arasında bir sebep sonuç ilişkisi kurdu. Derhal ayağa fırladı. Farkına vardığı sebep sonuç ilişkisi, onu öylesine sarsmıştı.
Sanşiro, o an kımıldamadan oturup bekleyemeyeceğini anladı. Rahatsızlıktan kıvranmaya başlamıştı. Kalkıp tuvalete gitti. Pencereden dışarı göz attı; yıldızlı göğün altında, toprak bayırın üstünde uzanan demiryolu ölüm sessizliğine bürünmüştü. Yine de pencerenin bambu parmaklıklarının arasından burnunu uzatıp karanlığa dikkatle baktı.
İstasyon tarafından, ellerinde Çin feneriyle42 yürüyen birkaç adam, rayların üstünden ilerleyerek bu tarafa doğru geliyordu. Seslerine bakılırsa üç dört kişiydiler. Raylar boyunca yürüdüklerinde, toprak şev43 fenerlerinin ışığını gizledi; bambuluğun yanından geçerken Sanşiro onların sadece konuşmalarını işitiyordu. En azından söyledikleri bir şeyi, sanki yanı başında konuşuluyormuşçasına net duyabildi: “Biraz ileride.”
Ayak sesleri uzaklaştı. Sanşiro bahçeye gidip takunyalarını ayağına geçirdi, adamların peşinden koşturdu; bambuları geçti, bir adam boyundaki toprak şevden indi ve Çin fenerinin peşinden gitti.
Daha beş altı adım gitmemişti ki, başka birisi daha şevkli koşarak indi ve yanına gelerek, “Birini tren mi çiğnedi?” diye sordu.
Sanşiro cevap vermeyi denedi, ama ağzından ses çıkmadı. Karaltı adam çok beklemedi, yanından geçip gitti. Sanşiro onun peşinden giderken, Nonomiya’nın komşularından biriydi herhalde, diye düşündü. Elli metre kadar yürümüştü ki, Çin fenerlerinin durduğunu gördü. İnsanlar da durmuştu. Adamlar, fenerlerini uzatmış sessizce duruyordu. Sanşiro, sessizce fenerlerin aydınlattığı yere baktı. Işığın altında yarım bir ceset vardı. Tren, sağ omuzundan başlayıp memelerinin altından kalçasının üstüne kadar jilet gibi ikiye ayırmıştı cesedi; çaprazlamasına böldüğü gövdenin alt kısmını alıp götürmüştü. Yüzünde sıyrık bile yoktu. Genç bir kadındı.
Sanşiro o an hissettiklerini ömür boyu hatırlayacaktı. Hemen gideyim buradan, diye düşünüp topukları üstünde dönmeyi denedi ama ayaklarına kramp girmişti adeta, onları kımıldatamıyordu. Toprak şevi tırmanıp eve dönebildiğinde, kalbi göğsünde çırpınmaya başladı. Su almak için hizmetçiye seslendi, hizmetçi -ne talihli ki- hiçbir şeyin farkında değildi. Bir süre sonra, komşu evlerden telaşlı gürültüler geldi. Sanşiro, demin rastladığı adamın evine döndüğünü anladı. Sonra şevin altından mırıl mırıl konuşmalar duyuldu. Bu konuşmalar kesilince etraf sessizleşti. Neredeyse dayanılmaz bir sessizlikti bu.
Az önce gördüğü kadının çehresi, Sanşiro’nun gözünün önünden gitmiyordu. İnsan o yüzü, “Aaaah!” diyen o zayıf sesi ve bu iki şeyin arasında bir yerlerde saklı zalim kaderi peş peşe düşününce, hayat denen ve sağlam sanılan şu geçici varoluşun farkına bile varılmaksızın çözünebileceğini, her an karanlığa gömülüp gidebileceğini düşünüyordu. Sanşiro öyle korkmuştu ki, tüm arzular ve istekler aklından silinmişti. Sadece, trenin düdüğünü öttürdüğü bir tek an… O ana kadar kesinlikle yaşıyordu.
Sanşiro birden, trende kendisine beyaz şeftali veren adamın, “Ürkütücü, ürkütücü. Dikkat etmezsen başına her şey gelebilir,” dediğini anımsadı. Ürkütücü dediği halde, adam son derece sakindi. Demek ki Sanşiro da ağzıyla “ürkütücü, ürkütücü” derken, ayağıyla güvenli bir zemine basmaya gayret ederse, günün birinde öyle bir adama dönüşebilirdi. Belki de dünyanın üzerinde duran ve dünyayı gözlemleyen insanlar, bu noktada kendilerine bir eğlence buluyordu. O adamın beyaz şeftali yiyişinden, Aokido’da çay içişinden, sigarasını tüttürüp, çayını içip, dümdüz boşluğa bakan halinden, böylesi bir şahsiyet olduğu belliydi. O bir eleştirmendi. Sanşiro, bunu düşünürken “eleştirmen” sözcüğünü farklı bir anlamda kullanmıştı. Ama sözcüğün çok uygun düştüğünü hissetti. Ayrıca, “Acaba gelecekte ben de eleştirmen olarak yaşasam mı?” diye düşündü. O korkunç ölü çehreyi görünce, içinde böyle bir istek doğmuştu.
Sanşiro gözlerini odanın köşesindeki masada, masanın önündeki sandalyede, sandalyenin yanındaki kitaplıkta, kitaplığa
42
İçine mum konulan, kâğıttan yapılmış fener. (ç.n.)
43
Demiryolunun önüne alçak bir tepe çıktığında raylar, genellikle bu tepenin ortasına kazılan bir hendekten geçirilir. Bu hendeğin kenarlarına “şev” adı verilir. (ç.n.)