Paul ile Virginie. Bernardin de Saint-Pierre
note">1 idare merkezi olan Port Louis’nin arkasında yükselen dağın doğu yanında, vaktiyle ekilmiş bir yerde iki küçük kulübenin yıkıntıları görülür. Bu kulübeler, büyük kayalarla çevrilmiş, yalnız şimal2 tarafı açık kalmış bir havzanın hemen hemen ortasındadır. Solda Morne de la Découvere denilen bir dağ ki adaya yanaşan gemiler için buradan işaret verilir ve bu dağın eteğinde Port Louis adını alan şehir; sağda Port Louis’den Pamplemousses Mahallesi’ne giden yol; daha sonra aynı isimde bir kilise ve bu kilisenin geniş bir ovada iki sıra bambu ağacı ile gölgelenen yolları; nihayet uzaklarda adanın öbür ucuna kadar devam eden bir orman görülür. Önünüzde deniz kıyısında Tombeau Koyu, biraz sağda Malheureux Burnu, onun ötesinde engin bir deniz, bu denizin yüzünde birkaç ıssız adacık ve bunların arasında dalgalara karışmış bir tabyayı andıran Coin de Mire Adası göze ilişir.
Havzanın bütün bu şeyleri görmeye elverişli methalinde3 dağdan gelen sürekli yankılar, durmadan civardaki ormanları sallayan rüzgârların ve uzaktaki sığ kayalarda kırılan dalgaların iniltilerini tekrarlar durur. Fakat asıl kulübelerin bulunduğu yerde hiçbir gürültü duyulmadığı gibi duvar şeklinde yükselen kocaman, sarp kayalardan başka da hiçbir şey görülmez. Bu kayaların diplerinde, yarıklarında hatta bulutlar durağı tepelerinde ağaç kümeleri büyür. Sivri tepelerinin çektiği yağmurlu bulutlar, o kayaların yeşil ve esmer yamaçlarında eleğimsağmalar gösterdiği gibi diplerinde de küçük Lataniers Deresi’ni doğuran kaynakları besler. Derin bir sükût o dolaylara sinmiştir. Orada her şey -hava, ışık ve sular- hepsi sessizdir. Dağın yüksek düzlüklerinde yetişen hurmaların daima rüzgârlarla salındığı görülen yaprakları da bu yerleri derin uykusundan pek uyandıramaz. Tatlı bir ışık havzanın derinliklerini aydınlatır ve güneş oraya ancak öğle zamanı düşer fakat daha şafak sökerken dağın karanlıkları üzerinde sivrilen tepelerine vurarak onları göğün mavi zemininde güya altın ve erguvandan yapılmış gibi gösterir.
Derin sessizlik içinde geniş ve zengin bir panorama gösteren bu yere gitmekten pek hoşlanırdım. Bir gün o kulübelerden birinin eşiğinde oturmuş, yıkıntılara bakarak derin düşüncelere dalıp gitmiştim ki oralardan yaşlı başlı bir adam geçti. Adanın eski ahalisi gibi kısa bir ceket ve uzun bir şalvar giymişti. Bir abanoz değneğe dayanarak yalın ayak yürüyordu. Saçları bembeyaz, yüzü asil ve temizdi. Saygıyla kendisini selamladım. Selamımı aldı ve beni biraz süzdükten sonra yaklaştı, yanıma oturdu. Bana güvenini gösteren bu hâli hissime dokundu.
“Baba!” dedim. “Bu kulübelerin vaktiyle sahibi kimmiş biliyor musunuz?”
İhtiyar cevap verdi:
“Oğlum, yıkıntılarını gördüğün bu kulübelerle şu sahipsiz kalmış yerleri, aşağı yukarı yirmi yıl önce burada saadete kavuşan iki aile şenlendirirdi. Onların hikâyesi acıklıdır fakat Hindistan yoluna düşen bu adada, meçhul kalmış birkaç kişinin başından geçenler, hangi Avrupalıyı ilgilendirebilir? Burada yoksul ve bilinmeyerek yaşamak şartıyla en mesut bir hayatı bile kim ister? İnsanlar ancak kralların, büyük adamların maceraları gibi hiç kimsenin işine yaramayacak şeyleri öğrenmek isterler.”
“Babacığım!” dedim. “Hâlinize, durumunuza göre sizin büyük bir tecrübe sahibi olduğunuza kolayca hükmolunabilir. Eğer vaktiniz varsa bu ıssız yerleri eskiden kimler şenlendirmiş, bunu bana anlatır mısınız? İnan olsun ki dünyanın hurafeleriyle en çok bozulmuş bir kimse bile tabiat ve faziletin verdiği saadet hikâyelerini dinlemekten zevk alır.”
İhtiyar, eski hatıraları yoklamak isteyenlerde görülen bir düşünce ile bir zaman şakaklarını tuttuktan sonra hikâyesini anlatmaya başladı:
1726 tarihinde M. de la Tour adında Normandiyalı bir genç, ailesinden yardım görmediği gibi Fransa’da yaşamak için bir iş de bulamadığından bu adaya gelmişti. Meramı para yapmaktı. Yanında genç bir kadın vardı. İkisi de birbirini çok seviyorlardı. Kadın eyaletinin eski ve zengin bir ailesine mensuptu. Fakat ailesi, asil olmayan bu delikanlı ile evlenmesine razı olmadığından kız servetini, çeyizini bırakarak delikanlıya kaçmış. Adaya geldikleri zaman delikanlı, karısını Port Louis’de bırakarak kendisi bir gemi ile Madagaskar’a geçti. Maksadı oradan hemen birkaç zenci satın alıp getirerek burada yerleşmekti. Madagaskar’a çıkışı ilkteşrin4 ortalarında başlayan fena mevsime rastladı ve çok geçmeden orada vebaya tutularak öldü. Avrupalıların buralarda yerleşmelerine devamlı bir engel olan bu korkunç hastalık yılın altı ayında oraları yıkasıya kırar geçirir. Yâd ellerde ölenlerin eşyası ne olur?.. Hepsini yağma ederler. Zavallı kadın gebe iken dul kaldı, bir zenci kadından başka kimsesi yoktu. Fransa Adası’nda ne tanıdığı ne de bir koruyucusu vardı. Cihanda biricik sevdiği kocasının ölümünden sonra başka hiçbir erkekten bir şey beklemediği için felaketi ona cesaret verdi. Halayığıyla birlikte ufak bir yeri ekip biçerek ekmeğini oradan çıkarmaya karar verdi.
Hemen hemen ada boştu. İstediği yeri seçerek ekebilirdi. Fakat o en verimli ve en işlek yerleri bıraktı, herkesten ayrı yaşamak için dağın kuytu bir boğazına yerleşmek istedi. Şehirden uzaklaştı. Kendine bir yuva bina etmek için şu kayalara doğru yollandı. Bütün duygulu ve kederli insanlar için bu böyledir. Onlar bir içgüdü ile en ücra ve en yabani yerlere sığınırlar. Sanki kayalar bahtsızlığa karşı birer istihkâmdır ve sanki tabiatın sessizliği onların ruhundaki uğursuz fırtınayı dindirmeye yarayacaktır.
Kanaatkâr olduğumuz vakit daima imdadımıza yetişen Allah, Madam de la Tour’un da imdadına yetişti. Bu, ne mansıpla5 ne de zenginlikle bulunamayacak bir lütuftu: Vefalı bir arkadaş, iyi bir kadın.
Bu kadının adı Marguerite idi. Bir yıldan beri bu yerde oturuyordu. Hem çok iyi, duygulu hem de hamarat bir kadındı. Bretanya’da fakir bir köylü ailesi içinde doğmuş ve ailenin göz bebeği olmuştu. Kendisini alacağına söz vererek aldatan bir asilzadeye eğer kanmamış olsaydı belki bu aile içinde mesut olacaktı. Fakat âşığı hevesini aldıktan sonra, hem de karnındaki yavrusunun nafakasını bile düşünmeden ondan uzaklaşmıştı. Böyle fakir bir kızın biricik çeyizi ünü ve namusudur. Onu da kaybettikten sonra genç kadın memleketinde kalamadı. Suçunu örtmek için köyünden, memleketinden uzak yerlere, sömürgelerden birine gitmeye karar verdi. Köyünü ve ailesini temelli bırakarak buraya gelip yerleşti. Ödünç para ile ucuzca satın aldığı yaşlı bir zenci ile beraber küçük bir yeri çapalayıp ekmeye başladı.
Madam de la Tour zenci kadını ile birlikte buraya geldiği vakit Marguerite’i yavrusunu emzirmekle meşgul buldu. Hemen hemen kendi gibi acılı bir kadına rastlaması onu memnun etti. Birkaç kelime ile ona başından geçenleri anlattıktan sonra şimdiki durumunu bildirdi. Marguerite, Madam de la Tour’un başından geçenleri çok acıklı buldu. Onun saygısından ziyade emniyetini kazanmak için kendi işlediği suçu hiçbir noktasını gizlemeden anlattı.
“Şüphesiz…” diyordu. “ben layık olduğum cezayı çekiyorum. Fakat siz, madam, bu kadar dürüst hareket ettiğiniz hâlde gene bu kadar bahtsız olmanız pek yazık!”
Ona ağlayarak gönlünü ve kulübesini sundu. Marguerite’in bu candan ikramı Madam de la Tour’un çok hissine dokundu. Onu kucaklayarak “Ah!..” diyordu. “Allah bana artık çektirmeyecek, anlıyorum. Çünkü yabancınız olduğum hâlde, kendi hısımlarımdan görmediğim iyilikleri sizden görüyorum.”
Marguerite’i tanıyordum. Kulübem Uzun Dağ’ın arkasındaki ormanda ve buraya bir buçuk fersah uzak olmakla beraber kendimi ona komşu saydım. Avrupa şehirlerinde bir sokak, bir duvar aynı aileden olanların yıllarca bir araya gelmesine engel olabilir. Bu yeni sömürgelerde ise aralarında dağlar, ormanlar bulunanlar komşu sayılırlar. Hele eskiden, yani daha bu adanın Hindistan’la ticarete pek girişmemiş olduğu zamanlarda bir komşu demek candan bir dost demektir. Yabancılara karşı misafirseverlik bir borç ve bir zevkti. Komşumun bir de arkadaşı olduğunu işittiğim zaman onu görmek istedim. İkisine de faydalı olabileceğimi düşünüyordum. Madam de la Tour’un hüzünlü, asil yüzünü dikkate değer buldum. O zaman vakti de yakın görünüyordu. Bu iki kadına çocuklarının ilerisini düşünerek, bir de asıl başka birinin gelip oralarda yerleşmemesi için yirmi dönüm kadar olan şu yeri aralarında paylaşmalarını teklif ettim. Payları ayırma işini bana bıraktılar. Araziyi iki eş parçaya ayırdım;
2
Şimal: Kuzey. (e.n.)
3
Methal: Giriş. (e.n.)
4
İlkteşrin: Ekim ayı. (e.n.)
5
Mansıp: Makam, yüksek memuriyet. (e.n.)