Paul ile Virginie. Bernardin de Saint-Pierre

Paul ile Virginie - Bernardin de Saint-Pierre


Скачать книгу
bir gündü, şu dağın tepesinden iniyordum. Bahçenin öbür ucunda Virginie’nin eve doğru koşmakta olduğunu gördüm. Sağanaktan korunmak için eteğini arkadan kaldırarak başını örtmüştü. Uzaktan onu yalnız gidiyor sandım. Kendisine yardım için adımlarımı sıklaştırdığım vakit gördüm ki Paul’ün kolundan tutmuş; kendi icat ettikleri bu şemsiyenin altında yağmurdan iyice korunarak güle eğlene gidiyorlar. Bu etek şemsiye altında gizlenen iki güzel baş bana esatiri Leda’nın bir kabukta saklanan çocuklarını hatırlattı.

      Bütün gayretleri birbirine hoş görünmek, birbirine yardımda bulunmaktı. Zaten kara cahildiler; ne okumaları ne de yazmaları vardı. Geçmiş zamanların, kendilerinden uzak kalan işleri onları ilgilendirmezdi. Şu dağın ötesinde ne var, onu bile merak etmezlerdi. Adalarının bittiği yerde dünyanın da bittiğini sanırlar ve kendilerinin bulunmadığı yerde sevilecek bir şey bulunacağına ihtimal vermezlerdi. Analarının sevgisi ve kendi karşılıklı sevgileri bütün ruhi faaliyetlerini dolduruyordu. Faydasız bilgiler onlara gözyaşlarını akıtmamış; kuru ahlak öğütleriyle hiçbir zaman canları sıkılmamıştı. Onlar hırsızlık nedir bilmezlerdi çünkü evlerinde her şey müşterekti. Pisboğazlık nedir bilmezlerdi çünkü yemekleri sade idi. Yalan nedir bilmezlerdi çünkü gizlenecek şeyleri yoktu. Nankör ve dikbaşlı çocuklar için ahirette büyük cezalar olduğu söylenerek onlar hiçbir vakit korkutulmamışlardı. Onlarda anaya sevgi, analarındaki sevgiden doğmuştu. Din bilgisi namına kendilerine öğretilen şeyler ancak din sevgisini artıran şeylerdi. Kilisede uzun uzadıya ibadet etmiyorlarsa da evde, tarlada, ormanlarda, nerede bulunsalar masum ellerini ve analarının sevgisiyle dolu kalplerini göğe yöneltirlerdi.

      İşte onların çocuklukları böylece, daha güzel bir gün müjdeleyen güzel bir seher gibi geçti. Ev işlerinde çoktan analarına yardıma başlamışlardı. Daha şafak zamanını bildiren horozlar öterken Virginie kalkar, su getirmek için pınar başına gider, oradan eve gelince kahvaltıyı hazırlardı. Çok geçmeden güneş gördüğünüz şu tepeleri yaldızlarken Marguerite de oğlu ile birlikte Madam de la Tour’a gelirdi. O zaman hepsi bir arada sabah duasını okur, sonra kahvaltıya otururlardı. İkide bir bu kahvaltıyı kapının önünde çimenlerin üstünde ve muz ağaçlarının rüzgârdan beşiklenen dalları altında yapmaktan hoşlanırlardı. Bu ağaçlar, yemişleriyle onlara hazır ve besleyici bir yemek; geniş, uzun ve parlak yapraklarıyla da mükemmel bir sofra örtüsü yerini tutardı. Bol ve sıhhi bir gıda sayesinde bu iki gencin vücudu vaktinden evvel gelişip gürbüzleşiyor, yumuşak bir terbiye, ruhlarının temizliğini ve hoşnutluğunu yüzlerinde belirtiyordu. Virginie daha on iki yaşında idi. Fakat boyu bosu hemen gelişmiş gibiydi; gür, kumral saçları başını gölgelendiriyor, mavi gözleri ve mercan dudakları körpe yüzünün tazeliğine görülmemiş bir parıltı veriyordu. Söz söylediği vakit o gözler ve dudaklar birlikte gülümsüyor fakat sustuğu vakit de onların göğe doğru tabii bir süzülüşü son derece duygulu hatta biraz da melankolik bir ifade alıyordu. Paul’e gelince: Artık çocukluktan çıkan bu ergen gencin o ilk taze güzellikleri içinde, yetişkin bir delikanlının kuvvet ve karakteri görülüyordu. Boyu Virginie’nin boyundan daha yüksek, çehresi güneşten daha kararmış, burnu daha tümsekli idi. Fırça gibi uzun kirpikleri o kadar cana yakın olmasa idi belki kara gözlerinde biraz gurur bulmak mümkün olurdu. Hiç durup dinlenmek bilmeyen bu çocuk, kız kardeşini görünce sükûn bulur, gider onun yanına otururdu. Aralarında bir söz geçmeden yemek yedikleri çok olurdu. Onların bu sükûtlarına, saf durumlarına, çıplak ayaklarının güzelliğine bakanlar Niobe’nin çocuklarından bazılarını tasvir eden beyaz mermerden bir grup gördüklerine hükmederlerdi; her vakit birbirini arayan gözleri ve daha tatlı gülümsemelerle karşılanan çok tatlı gülümsemeleri onların gökten inmiş çocuklardan, o evliya çocuklardan oldukları hissini verirdi, öyle çocuklar ki yalnız sevgi için yaratılmışlardır; hislerini düşüncelerle belirtmeye, sevgilerini sözle anlatmaya muhtaç olmazlar.

      Bununla beraber Madam de la Tour kızının böyle güzelleşip geliştiğini gördükçe ona karşı sevgisi ile birlikte kaygısı da arttığını anlıyordu. Bana ikide bir şöyle derdi:

      “Günün birinde ben ölecek olursam bir parasız Virginie’nin hâli neye varır?..”

      Fransa’da yaşlı, zengin, sofu bir halası vardı ki Mösyö de la Tour’a varması üzerine yeğeniyle alakasını kesmiş, Madam de la Tour da onun bu hareketi üzerine ne kadar muhtaç olsa da gene halasının ocağına düşmemeye ahdetmişti. Fakat bir ana için iş başka idi. Reddolunmak onun için artık utanılacak bir şey olamazdı. Halasına yazdı: Kocasının vakitsiz ölümünü, bir kız dünyaya geldiğini, başında bir çocuk, gurbet elinde, kimsesiz, yardımsız çok sıkıntı içinde kaldıklarını bildirdi.

      Mektubuna hiçbir cevap alamadı. Madam de la Tour -ki yüksek bir kadındı- zillete katlanmaktan çekinmedi. Bütün bu hâllerin halası tarafından başına kakılacağım biliyordu. Çünkü o hala faziletli olsa da soyu sopu belli olmayan bir adama vardığından dolayı kendisini asla affetmemişti! Böyle olmakla beraber, onun merhametini çekecek şeyler yazmaktan geri kalmıyordu. Böylece yıllar geçti. Halası tarafından hatırlandığını gösterecek en ufak bir işaret belirmedi.

      Nihayet 1738’de, yani Mösyö Bourdonnaye’in adaya gelişinden üç yıl sonra Madam de la Tour valide kendi namına halasından bir mektup olduğunu öğrendi. Kıyafetinin düşkünlüğüne bakmayarak koştu. Analık duygusu onu insanların saygısından daha üstün tutuyordu. Denildiği gibi Mösyö Bourdonnaye ona halasından gelen bir mektubu verdi. Bir haylaza, bir serseriye vardığından dolayı halası ona tam layığını bulduğunu yazıyordu. Her taşkınlık cezasını da yanı sıra beraber taşırmış. Kocasının vakitsiz ölümü ilahi bir cezadan başka bir şey değilmiş. Fransa’da kalıp aile namusunu berbat etmedense böyle ücra adalara gitmesi ayrıca isabetmiş. Zaten bulunduğu yerler, tembellerden başka herkes için bir servet kaynağı olabilecek güzel yerler imiş. Hala hanım bu ağır sözlerle zehrini döktükten sonra kendini övmeye başlıyordu: Kendisi izdivacın bu uğursuzluklarına uğramamak için hiç evlenmemiş! İşin doğrusu şu idi ki gözü yüksek tabakada olduğu için er geç böyle biri ile evlenmeyi aklına koymuştu. Gerçekten kendisi çok zengindi. O zaman sarayda da geçen yalnız bu idi. Öyle olmakla beraber zenginliğinin hatırı için kimse onun kadar çirkin, onun kadar kalpsiz bir kıza koca olmayı gözüne aldıramadı.

      Hamiş9 olarak mektubunda her ihtimale karşı kendisini Mösyö Rourdonnaye’e tavsiye etmiş olduğunu yazıyordu. Fakat bu, günün modasına uygun o çeşit tavsiyelerdendi ki sahibini açıkça düşmanlığını gösterenlerden daha korkulacak bir hâle getirir: Kadıncağıza karşı haksız hareketlerini haklı göstermek için görünüşte ona acır gibi iken aslında iftiralarıyla onu batırmıştı.

      Madam de la Tour -ki her gören mutlaka hakkında saygı ve ilgi besler- kendisini fitledikleri vali tarafından önce pek soğuk karşılandı. Kadıncağızın hem kendi hem de kızı için sayıp döktüğü kaygıya karşı “Bakalım… Vakte muhtaç… Daha ne biçareler var… Halanız gibi saygıdeğer bir kadını ne diye rahatsız etmeli?.. Kabahat sizin…” tarzında kısa ve tek tek sözlerden başka bir cevap vermedi.

      Madam de la Tour acıklı bir yüzle küskün küskün geri döndü. Eve gelince okuduğu mektubu masanın üstüne atarak Marguerite’e “İşte…” dedi. “on bir yıllık sabrın sonu!..”

      Fakat orada bu mektubu kendinden başka okuyacak kimse olmadığı için gene eline aldı ve toplu aile içinde okudu. Mektup bittiği vakit Marguerite sıcağı sıcağına “Ne oluyoruz Allah aşkınıza!..” dedi. “Senin hısımlarına biz bu kadar da muhtaç mıyız? Allah bizden yüz mü çevirdi? Bizim asıl sahibimiz o değil mi? Şimdiye kadar bizi mesut yaşatan gene o değil mi?


Скачать книгу

<p>9</p>

Hamiş: Mektup kâğıdının boş bir yerine yazılan ek düşünce, çıkma, not. (e.n.)