Paul ile Virginie. Bernardin de Saint-Pierre
buraları bir bataklık olur. Kurak havalarda ise toprağın kurşundan farkı yoktur, o kadar sertleşir; bir ark açmak için onu balta ile kesmek icap eder. Bu taksimi yaptıktan sonra kadıncağızlara kura çekmelerini teklif ettim. Üst parça Madam de la Tour’a, aşağı kısmı da Marguerite’e düştü. Her ikisi de paylarından memnun kaldılar; yalnız kulübelerinin ayrı olmamasını benden dilediler. “Birbirimizi her zaman görmek, görüşmek, birbirimize yardımlarda bulunmak için…” diyorlardı. Bununla beraber ayrı ayrı oturacak birer yerleri olmak lazımdır. Marguerite’in kulübesi sahanın tam ortasında ve kendi arazisinin tam sınırı üzerinde bulunuyordu. Onun yanı başına ve Madam de la Tour’un yeri üzerine bir kulübe daha yaptım. Bu suretle iki ahbap kadın hem bir arada kapı komşu olacaklar hem de her biri kendi toprağı üzerinde bulunacaktı. Bu iki kulübeyi yapmak için kendi elimle dağlardan odun taşıdım, deniz kıyısından hurma yaprakları getirdim. Şimdi ne çatıları kaldı ne de kapıları. Ama dertlerimi depreştirmek için bu kadarı da fazla. İmparatorlukların anıtlarını o kadar çabuk yok eden zaman, sanki ömrümün sonuna kadar acılarımı tazelemek için şu ıssız yerlerde içten dostluğun kurduğu iki yuvaya âdeta büsbütün kıyamıyor.
Bu kulübelerin ikincisi daha tamamlanmamış idi ki Madam de la Tour bir kız doğurdu. Ben Marguerite’in oğlu Paul’ün isim babası idim. Madame de la Tour kendi kızına Marguerite’le beraber bir isim bulmamızı rica etti. Marguerite ona Virginie ismini uygun gördü.
“İsmi Virginie6 olsun.” diyordu. “O, bu ismin anlamı gibi masum kalacak ve bahtiyar olacak. Ben ancak ismetimi kaybettikten sonra felaket acılarını tattım.”
Madam de la Tour loğusa döşeğinden kalktığı zaman bu iki arazi az çok gelir getirmeye başlamıştı. Gerçi bunda benim ufak tefek yardımlarımın hissesi varsa da asıl iki kölenin yorulmak bilmek çalışmaları bu neticeyi temin etmişti. Marguerite’in Domingue ismindeki kölesi yaşlıca olmakla beraber daha dinç, Senegalli bir zenci idi. Hayatta tecrübeleri ve doğuştan bir kavrayışı vardı. Her iki tarafın arazisi üzerinde fark gözetmeden çalışır, verimli olduğunu sezdiği yerleri bulur, bu yerlere uygun gördüğü tohumları atardı. Toprağın kötü taraflarına kuş yemi ile mısır, kuvvetli yerlere buğday, batak yerlere de pirinç ekerdi. Kaya diplerine ise o kayalara tırmanacak çeşit çeşit kabaklarla helvacı kabağı dikerdi. Patatesi pek lezzetli yetiştiği kuru topraklara saklar, pamuğu yüksek sırtlarda, şeker kamışını kuvvetli topraklarda, kahve fidanlarını -taneleri, ufak olmakla beraber pek iyi geliştiği için- yamaçlarda yetiştirirdi. Irmak boyunca ve kulübelerin etrafında bütün yıl salkım salkım muzlar ve serin gölgeler veren muz ağaçlarından başka hem kendisi hem de hanımcıkları için biraz da efkâr dağıtacak tütün ekmeyi unutmazdı. Sonra dağa çıkar, ormandan yakacak odun keser, getirir, şurada burada kayaları parçalayarak yolları düzeltirdi. Bütün bu işleri, gayretle çalıştığı için zeki ve çalışkan bir surette görürdü.
Marguerite’e çok bağlı idi. Madam de la Tour’a olan bağlılığı da ondan aşağı değildi. Virginie doğduğu zaman Madam de la Tour’un halayığını almıştı. Marie adındaki karısını çıldırasıya seviyordu. Marie, Madagaskar’da doğmuş, oradan gelmişti. Fakat gelirken orada öğrendiği değerli sanatlarını da beraber getirmişti. Bu cümleden olarak ormanlarda yetişen sazlardan sepet ve hatta “pagne” denilen bir çeşit kumaş dokurdu. Becerikli idi, temizdi, kocasına çok bağlıydı. Yemeği itinalı pişirir, hazırlar, tavuklara bakar ve zaman zaman bu iki çiftliğin pek de büyük bir şey tutmayan fazla verimini Port Louis’ye götürüp satardı. Şu saydıklarımıza çocukların yanı sıra beslenen iki keçi ile geceleri dışarıda bekçilik eden kocaman köpeği de katacak olursanız o zaman iki küçük çiftliğin gelirleri ve sakinleri hakkında bir fikir edinmiş olursunuz.
İki ahbap kadına gelince: Onlar da sabahtan akşama kadar pamuk eğirmek ve örgü örmekle meşgul oluyorlardı. Bu uğraşmalar kendileriyle birlikte ailelerinin ihtiyaçlarına yetiyordu. Zaten onlar yalancılara mahsus rahatlıklardan o kadar mahrumdular ki ayakkabılarını ancak pazar günleri şu aşağıda gördüğünüz Pamplemousses Kilisesi’ne sabah duasına gittikleri zaman giyerler ve başka zamanlar hep yalın ayak gezerlerdi. Bununla beraber kilise Port Louis’den daha uzaktı. Fakat onlar şehre pek seyrek inerlerdi. Esirler gibi Bengale’nin o kaba mavi bezinden elbiseleriyle şehirde görünmekten çekinir ve hor görülmekten korkarlardı. Hem aslını ararsanız ne hükmü vardı? Herkes beğenmiş veya beğenmemiş, aile bahtiyarlığı yanında bunun ne değeri olabilirdi? Bu bayanlar dışarıda biraz üzüntü duydular mı hemen kendi yuvalarına can atarlar ve evvelkinden daha bahtiyar olurlardı. Marie ile Domingue onları şu tepeden Pamplemousses yolunda görmezler mi hemen koşar, dağın eteğinde onları karşılar ve çıkarken onlara yardım ederlerdi. Onlar da kendilerini görünce ne kadar memnun olduklarını esirlerinin gözlerinde okurlardı. Yuvalarında temizlik, hürriyet, kendi başarılarıyla vücuda gelmiş varlıklar ve becerikli, candan ve gayretli hizmetçiler bulurlardı. Onlar hemen aynı acıları duymuş ve aynı ihtiyaçlarla birleşmiş oldukları için birbirine “kardeşim”, “canım” gibi tatlı sözlerle hitap ederlerdi. Bunun için dilekleri, istekleri, iradeleri, çıkarları ve sofraları birdi. Hiçbir işte aralarında ayrı gayrı yoktu. Yalnız dostluk kaynağından daha yakıcı olan eski ateşleri ruhlarında uyandığı zaman -yerde yanacak madde kalmayınca göklere süzülen bir alev gibi- ismet duygularıyla bezenmiş saf bir itikat onları başka bir cihana sürükler götürürdü.
Tabiat onların geçimlerine başka bir mutluluk katmış bulunuyordu. Her ikisi de talihsiz bir sevgiden doğan çocuklarını gördükçe birbirini daha çok seviyor, daha sıkı dost oluyorlardı. Yavrularını aynı suda yıkamak, aynı beşiğe yatırmakta ayrı bir zevk vardı. Hatta çocukları emzirişlerinde bile ayrılık yoktu. Her biri yavruların hem anası hem sütninesi idi. Madam de la Tour “Kardeşim!” diyordu. “Bizim ikişer çocuğumuz, çocuklarımızın da ikişer anası var.” Bütün dalları fırtınadan kırılmış aynı cinsten iki ağacın üzerinde kalan gözler7 birbirine aşılanınca nasıl daha tatlı yemişler verirse bütün hısımlarından ayrı kalan bu iki yavru da kucak değiştirdikleri zaman bu hisleri duyarlardı. Anaları daha beşiklerinin başında onların ileride birbirleriyle evlenmelerinden söz açmaya başlamışlardı. Bu müstakbel evlilik saadetini düşünerek onlar mihnetlerini zevke döndürmenin yolunu bulur ve çok kere gözyaşlarıyla heyecanlarını yatıştırırlardı. Fakat gözyaşlarının her ikisinde de ayrı sebepleri vardı: Biri evlenme âdetine uyduğu, öteki de uymadığı için; biri bulunduğu seviyenin üstüne çıktığı, öteki de altına indiği için bu dertlere uğramışlardı. Bununla beraber günün birinde çocuklarının daha bahtiyar olacaklarını, Avrupa’nın göreneklerine bağlı olmayarak aşkın safasını ve müsavatın8 zevkini süreceklerini düşünerek avunuyorlardı.
Gerçekten bu iki yavrunun daha şimdiden birbirlerine gösterdikleri ilgi ve candan bağlılık hiçbir şeyle kıyaslanamazdı. Paul ağladığı zaman ona Virginie’yi gösterirlerdi. Onu görünce yatışır ve gülümserdi. Virginie’nin bir derdi olsa her şeyden evvel Paul’ün çığlığı bunu ilan ederdi. Fakat bu sevimli kız, Paul’ü üzmemek için o zaman kendi derdini hemen saklardı. Hiçbir gün bilmem ki ben buraya geleyim de onları beldenin âdeti üzere çırçıplak, el ele, kol kola yürümeye çalışır bir hâlde, Gemeaux (İkizler) Yıldız Kümesi’nin gösterildiği gibi bir vaziyette bulmayayım. Gece bile onları birbirinden ayıramaz, onları koyun koyuna, yanak yanağa bir döşekte ve kolları birbirinin boynuna dolanmış kucak kucağa uyumuş bulurdu.
Lakırtı söylemeye başladıkları vakit birbirlerine söylemek için ilk öğrendikleri isimler “kardeşim” ve “kız kardeşim” olmuştu. Okşamaları
6
İsmet, bekâret anlamınadır. (ç.n.)
7
Göz: Çok küçük budak. (e.n.)
8
Müsavat: Eşitlik, denklik. (e.n.)