Keloğlan Masalları. Неизвестный автор
yalan söylemiyorum! Önce anamı, sonra aradığınız kadını öldürdüm. Eğer bana inanmazsanız gidip ağama da sorun.”
Tellal ve yanındaki adamlar boşa vakit kaybettiklerini düşünüp oradan ayrıldılar. Mezarın başında yalnız kalan Keloğlan, köyüne dönmek istemedi, başka bir köye gitti.
Burası, büyük bir yerdi. Köyden ziyade şehire benziyordu. Çarşısı, pazarı, her şeyi mükemmeldi. Burada kendisine iş bulacağına emindi.
Çarşıda aylak aylak dolaşırken bir kocakarıya rastladı. Yanına sokulup:
“Ana!” dedi. “Ben bu köyün yabancısıyım. Beni evine Tanrı misafiri olarak alır mısın?”
Kocakarı, sesini çatlata çatlata:
“Oğlum…” dedi. “Burası köy değil, koskoca bir şehirdir. Mademki yabancısın, seni bu gecelik evime alırım.”
Keloğlan, kocakarının evine gitti; karnını doyurduktan sonra yattı uyudu. Sabaha kadar iyi bir uyku çekti. Sabahleyin, “Ana!” dedi. “Ne olur birkaç gün daha yanında kalayım da aklım başıma gelsin.”
Kocakarı, itiraz etmedi ama “Evladım…” dedi. “Ben seni besleyecek kadar zengin değilim. Kocam ördek alıp satardı. Zavallı bir hafta önce ölüverdi, kocamın zamanından kalma dört tane cılız ördek var. Bugün onları satmaya götür ama ahmaklık edip de ördekleri elinden kaptırma.”
Keloğlan, gözlerini açtı, kocakarıya gösterdi:
“Sen beni aptal mı sandın? Kafamda tüy yok ama içinde dolu dolu akıl var. Hele şu ördekleri ver de götürüp bir kere dolaştırayım.”
Kocakarıdan ördekleri aldı. Biraz gezdirdikten sonra bir konak sahibine sattı. Konak sahibi, içeri girip kapıyı kapadı ve bir daha görünmedi. Keloğlan, konağın kapısı önünde bekleyip dururken içeriden bir ses duydu; kalın sesli bir erkek diyordu ki:
“Ördekleri kızartıp arka kapıdan hamama gönderin. Ön kapıda bekleyen şaşkını da sepetleyin.”
Bu sözleri duyan Keloğlan, sopa yemek ihtimalini de düşünerek sıvışıp gitti fakat evde para bekleyen kocakarıya karşı çok mahcup olacaktı. Düşündü, taşındı, geri dönmeye karar verdi. Gidip konağın arka kapısını çaldı, içeriden “Kim o?” diye sordular.
“Ağa, kızartılmak üzere dört tane ördek bırakmış. Hamamdan ördekleri ve yeni elbiselerini istiyor.” dedi.
Konaktakiler istenilenleri teslim ettiler. Keloğlan, oynadığı oyunun sevinciyle eve döndü; başına geleni ve buna karşılık yaptığı işi anlattı.
“Ancak o heriften intikamımı tamamen almış değilim. Asıl bundan sonra onun başına çorap öreceğim.”
Meğer o adam, valinin efsuncubaşısıymış. Aradan saatler geçtiği hâlde ördeklerin gelmediğini görünce fena hâlde kızmış. Hamamdan çıkıp konağa dönmüş. Uşakları paylamış. Zavallılar neye uğradıklarını anlayamamışlar. İçlerinden bir tanesi:
“Aman efendim!” demiş. “Ördekleri ve yeni elbiselerinizi bir delikanlı ile gönderdik, siz istemişsiniz.”
Bir de sokak kapısına bakınca ne görsünler? Aynen şu satırlar yazılmamış mı?
“Bir efsuncubaşı olduğuna güvenme. Bana adımla, sanımla Keloğlan derler. Bak senin başına ne çoraplar öreceğim!”
Efsuncubaşı, bu oyunun, ördeklerini alıp da parasını vermediği delikanlı tarafından oynandığını anladı, hiç sesini çıkarmadı.
Başı gibi yüzü de tüysüz olan Keloğlan, ertesi gün kadın kıyafetine bürünüp konağın önünde dolaşmaya başladı.
(Hikâyenin gerisini Abdullah Ziya’nın “Keloğlan’ın Hatıratı” isimli kitabından aynen okuyacak ve doğrudan doğruya Keloğlan’ın ağzından dinleyeceksiniz.)
Efsuncubaşı pençeresinde oturup caddeyi seyrediyordu. Bir de baktı ki çok süslü bir kadın konağın önünde gidip geliyor.
“Herhâlde bana âşık olmuş!” diyerek işaretle yanına çağırdı.
“Hanımefendi fakirhaneme teşrif buyurmaz mısınız?”
Yüzümü daha fazla örterek kırıttım:
“Aman, korkarım efendim! Evde kimse olmazsa gelirim efendim.” dedim.
Efsuncubaşı da:
“Siz emrediniz yarından tezi yok evde kimseyi bırakmam!” deyip beni ertesi günü evine davet etti, konakta hemen o akşam bir haber çalkalandı. Beyefendi evde kim varsa hepsini pikniğe gönderiyordu. Yiyecek bir şeyler hazırlanmasını ve hep birden gitmelerini söylemişti. Biraz sonra ben eve geldim. Efsuncubaşı:
“Buyurun! Buyurun!” diye beni yukarıya aldı.
“Evde kimseler yok mu efendim?” diye sordum.
“Hayır efendim, kimseler yok. Emriniz ile herkesi evden gönderdim.”
“Bütün odaları gezmek istiyorum.”
“Emredersiniz efendim.” deyip Efsuncubaşı bütün daireleri gezdirdi:
“İşte bu, kızımın odası; şu çekmecede elmasları, şu dolapta giysileri vardır. Bu benim odam. Paralarım da şu köşededir!”
“Daha iyice gezelim!”
“Burası mutfaktır.”
“Şu tepede asılı olan nedir?”
“Ekmek zembili!”
“İndir aşağı da ben onun içine bineyim!”
“Fakat nasıl olur sultanım?”
“A! İsterim… İsterim! Zembile binmek isterim!” Efsuncubaşı ağladığımı görünce bir makara ile yukarı çıkıp zembili aşağı indirdi. Zembilin içine girip “Haydi çek!” dedim.
Efsuncubaşı zembili yukarı çıkarınca sevinçle ellerimi çırptım:
“Ne güzel! Ne güzel! Çayır gözüküyor. Sizinkiler oturmuş dolma yiyorlar, karın da vekilharç ile eğleniyor.”
Efsuncubaşının aklı başından gidip:
“Aman ben de çıkıp bakayım.” dedi.
Zembilin içinde Efsuncubaşıyı yukarı çıkarır çıkarmaz zembili bağladım. Efsuncubaşı tavanda asılı kaldı. Hemen koştum. Evde ne kadar pahada ağır, yükte hafif eşya varsa toparladım. Bütün kapıları açtım ve üzerlerine “Sen efsuncubaşıysan ben de Keloğlan’ım. Bak sana daha neler yapacağım!” diye yazıp ihtiyar kadının evine gittim. Akşamleyin hane halkı eve varınca bir de ne görsünler? Bütün kapılar açık!
“Zahir Efendi kömür satın almış…” dediler fakat her odadan bir ses geliyordu:
“Eyvah elmaslarımı çalmışlar!”
“Eyvah elbiselerim kaybolmuş!”
“Aman Allah’ım çıldıracağım! Paralarım kaybolmuş!”
İhtiyar Arap karısı yukarı gitti. Bir de baktı ki bey, ekmek zembilinin içinde tavanda asılı.
“Sen ne yapıyorsun orada? Nasıl çıktın oraya?”
Efsuncubaşı ağlar gibi bir sesle yalvardı:
“Aman bacı kimseye söyleme eve hırsızlar geldi; beni buraya çıkardılar. Makaranın ipini çöz de ineyim.”
“Efendi, hırsızlar paralarımızın hepsini çalmışlar.”
Bacı, efsuncubaşıyı indirdi. Zavallı adam bana oynadığı