Kuyucaklı Yusuf. Сабахаттин Али
arkasını bıraktırırsın. Üç yüz lira meselesine gelince, dediğim gibi bunu senden alamayacaklarını bilirler. Hem sen ne zaman olsa onlara lazımsın. Sonra Hacı Etem demek Şakir demektir. Hilmi Bey’den çıkan para pek yabancı yere gitmedi ki!”
Salâhattin Bey de şimdilik işi savsaklamayı en uygun çare buldu.
Yusuf’a hiçbir şey açmamayı tercih etti. Deli oğlan gidip bir taşkınlık yapar, kendini tutamayıp bir vaka çıkarır, işi düzelmez bir hâle sokardı. Bayramda Şakir’le ikisi arasında cereyan eden hadiseyi de bir parça bildiği için Yusuf’un bu işten haberi olmasını şimdilik münasip bulmadı.
Böylece on on beş gün kadar bir zaman geçti ve tam bu sıralarda Yusuf’u bir gece eve getirdiler. Getirenler Yunus Ağa isminde ihtiyar bir pabuççu ile 35 yaşlarında, perişan kıyafetli bir kadın ve onun yanında mütemadiyen Yusuf’un sarı çehresine bakan ve durmadan ağlayan hasta kılıklı bir kızdı.
Bu kızla anası, o gece ve ondan sonraki geceler Yusuf’un baş ucundan ayrılmadılar ve kaymakamın evinde kaldılar.
14
Yusuf’un yarası ağır değildi. Kasığının yanına, baldırına saplanan bıçak onu on beş yirmi gün yatağa bağlamaktan başka bir şey yapamayacaktı.
Salâhattin Bey, hatta Şahinde onu bu hâlde görünce şaşırdılar. Bilhassa Salâhattin Bey kendisi için Yusuf’un ne kadar kıymetli olduğunu o zaman anladı. Günde birkaç kere eve uğrayarak yukarı, onun yanına çıkıyor, gülerek “Bak kerataya!” diyordu. “Daha bu yaşta efelik yapmaya kalkıyor. Ne kadar olsa serde Aydınlılık var, değil mi? Ee, sen şu işin aslını bize ne zaman anlatacaksın?”
Sonra başıyla diğerlerinin göremeyeceği bir işaret yaparak bu kadınla kızın kim olduklarını sormak istiyordu.
Fakat Yusuf bir şey söylememekte ısrar ediyor ve kendisine çok sorulduğu zaman başını yorgun bir tavırla duvara doğru çeviriyordu.
Kübra ile annesi evde tabii birer hizmetçi oluvermişler, diğerlerini kendilerine bu gözle bakmaya alıştırmışlardı. Bunun için herkesin tecessüsünü fazla gıcıklamıyorlardı. Ama şehirde bu meselenin duyulduğu ve birçok rivayetlere meydan verdiği muhakkaktı.
Hilmi Bey ile Şakir’in bu Kübra meselesinden biraz fazla telaşa düştükleri, hatta hiç tetiğini bozmayan Hacı Etem’in bile bugünlerde suratı asık olduğu söyleniyordu. Yusuf’un Kübraların evinde yaralandığı da gizli kalamamıştı. Buna da bin türlü mana verenler vardı.
Salâhattin Bey de hariçten kulağına gelen bu havadislerle iktifaya mecbur oluyordu. Kendi evinde olan biten işler hakkında dışarıdan duydukları ile kanaat etmek adamcağıza güç geliyordu ama Yusuf’tu bu, işlerine pek akıl ermezdi…
Fakat böyle şuradan buradan duyduğu rivayetlerle asla iktifa etmeyen birisi vardı: Muazzez!
Muazzez her şeyin aslını öğrenmek istiyor, fakat biraz olsun iyileşmeden Yusuf’a sormaya cesaret edemiyordu. Kadın vakayı pek kısa anlatmıştı:
“Kızım hastaydı, Yusuf Ağa’mız pirinçle yağ aldı, hatır sormaya geldi. Sağ olsun, zaten pek merhametlidir. Tam çıkıp giderken karanlıkta birisi fırlayıp bir bıçak soktu; herhâlde herif, Yusuf Ağa’yı benzetti. Yoksa ne geçmişi olacak ki?..”
Muazzez sordu:
“O gece Kübra hasta mıydı?”
“Ya, yatakta yatardı!..”
“Peki, Yusuf vurulunca ikiniz de onunla birlikte geldiniz, hasta kız yağmurda sokaklarda dolaştı da bir şey olmadı mı?”
“Ah kızcağızım, biz alışkınız böyle şeylere; az mihnet mi çektik? Kızımızın korkudan bir şeycikleri kalmayıverdi. Yusuf Ağa’sını pek severdi.”
Fakat bu laflar Muazzez’i tatmin etmekten uzaktı. Nihayet daha fazla dayanamadı. Bir gün Yusuf’un yattığı odaya gitti, yatağının kenarına oturdu ve sordu:
“Yusuf ağabey, söyle bakayım artık; bütün bu işler ne demek oluyor? Sonra kim bu kız? Bu Kübra?..”
Burada hiç sebepsiz yüzü kızardı ve önüne baktı.
Yusuf “O da bir Allah’ın garibi, Muazzez.” dedi. “O da çok çekmiş, yüzüne bir baksana!”
Muazzez çocukça bir konuşkanlıkla atıldı:
“Biliyorum Yusuf ağabey. Fakat tuhaf bir hâli var. Yaşı benden küçük olduğu hâlde beraber olduğumuz zamanlar bir çekingenlik, ne diyeyim, bir üzüntü duyuyorum. Hem görsen, beni ne kadar seviyor. Bazen durup dururken koşup boynuma sarılıyor, yanaklarımı filan öpüyor. Seni de çok seviyor herhâlde?.. Birkaç kere senin odanın kapısında içeriyi dinlerken gördüm. Beni görünce ayıp bir şey yapmış gibi önüne bakarak hemen aşağı indi. Fakat dedim ya, bir türlü ona yakınlaşamıyorum. İstesem bile yapamıyorum. Ne acayip şey değil mi?”
Yusuf cevap vermedi. Yorganın üzerinde uzanan eliyle oynamakta olan Muazzez’e dalgın dalgın bakıyordu. Ona daha fazla bir şey söylenemeyeceğini anlayan Muazzez, başka bir şey söylemek ister gibi bir hareket yaptı, fakat cesaret edemeyerek durdu. Nihayet biraz daha tereddüt ettikten sonra, sabredemedi:
“Biliyor musun, Yusuf ağabey…” dedi, “beni istediler!”
Bu sözü o kadar açık ve kısa olarak nasıl söylediğine kendisi de şaşıyormuş gibi gözlerini açarak Yusuf’un yüzüne baktı. Öteki derhâl yatakta doğrulmuştu, sordu:
“Kim?”
“Hilmi Bey’in oğlu Şakir için istediler. Annesi geldi… Benden güya saklıyorlar ama şehirde bilmeyen de yok…”
“Babam ne demiş?”
“Babamın pek gönlü yok. Yalnız annem istiyor galiba! İki günde bir ya annem onlarda ya onlar bizde. Hilmi Beyler pek zengin diyorlar. Anneme de daha şimdiden hediyeler filan vermeye başladılar. Sonra…”
Sağ elini Yusuf’a doğru uzattı. Kolunda çok ince işlemeli iki altın bilezik vardı.
“Bunları da Şakir Bey’in annesi bana verdi!”
Yusuf kıpkırmızı kesildi. Muazzez’i elinden tutup bağırtacak kadar sıkarak sordu:
“Desene iş bu kadar ilerledi ha? Demek sana şimdiden gelin gözüyle bakıp bilezikler filan veriyorlar! Allah versin, senin de canına minnettir! Zengin diye ağzının suyu akıyor, baksana!..”
Muazzez bu sözleri hiç beklemiyormuş gibi kıpkırmızı olarak ayağa kalktı. Gözleri yaşarmış gibiydi. Dudakları titreyerek, birkaç kere “Yusuf ağabey!” dedi.
Sonra bileğinden altın bilezikleri şiddetle çıkararak yorganın üstüne attı.
Yusuf elinin yanına düşen bu iki halkayı parmaklarının arasında ezdi, büktü, sonra ufak bir külçe hâlinde odanın bir köşesine fırlattı.
Muazzez bu sefer adamakıllı ağlayarak yatağın bir kenarına oturmuştu. Yusuf onu ellerinden tutarak yavaşça kendine çekti; ağzını onun saçlarına yaklaştırarak kulağına “Sana çok daha iyi kocalar bulunur, Muazzez. Ne yapacaksın elin serserisini?” dedi. “Sırası mı böyle şeylerin şimdi? Hem sen o Şakir Bey’in ne mal olduğunu bilmezsin. Böyle bir adam için ağlanır mı?”
Muazzez başını hızla çekti. Gözlerindeki yaşlar kurumuştu. Anlamak istemeyen bir ifade ile hiçbir şey söylemeden Yusuf’un yüzüne baktı. Bu bakışlarda hem hayret hem sitem hem de biraz dargınlık vardı.
Yusuf devam etti:
“Kızım, sen de gençsin, tabii akranlarını görünce senin de için çekecek. Hele