Profesör Challenger’ın Tüm Maceraları. Артур Конан Дойл
mütecaviz çenesini sadece yüzünün sakal kısmı ve başındaki şapkanın siperliği görünene kadar yukarı kaldırdı.
“Tabii ki bayım, elbette kısıtlı bir bilgi böyle bir sonuç getirebilir. İnsan sınırsız bilgiye sahip olunca başka neticelere varabiliyor.”
Birbirlerini karşılıklı bir meydan okumayla ve ateş saçan gözlerle süzerlerken, etrafımızda uzaklardan yayılan bir fısıltı yükselmişti: “Öldüreceğiz. Elimize düşerseniz öldüreceğiz.”
O gece ağır taşları çapa niyetine kullanarak kanolarımızı nehrin ortasında demirleyip olası bir saldırıya karşı her türlü önlemi aldık. Buna rağmen hiçbir şey olmadı ve tamtamların uğultusu arkamızda yavaş yavaş ölüp giderken şafakta yolumuza devam ettik. Öğleden sonra saat üç sularında, bir milden daha uzun olan ve Profesör Challenger’ın ilk yolculuğunda başına bela açan çok dik bir çavlana geldik. İtiraf etmeliyim ki bunun görüntüsü yüreğime su serpmişti çünkü bu, önemsiz de olsa hikâyesinin gerçekliğini pekiştiren ilk işaretti. Yerliler, bu civarda oldukça sıkı olan çalılıklardan ilk önce kanolarımızı, daha sonra yüklerimizi taşırlarken, biz dört beyaz da tüfekler omzumuzda onların ve ağaçlıklardan gelebilecek herhangi bir tehlikenin ortasında yürüdük. Akşam olmadan çavlanları geçerek on mil kadar daha yukarıya erişmiş ve geceyi burada geçirmek için kamp kurmuştuk. Bu noktada, tahminimce ana nehrin kolundan itibaren en az yüz mil katetmiştik.
Büyük yola çıkışı gerçekleştirdiğimiz an ise ertesi gün öğlenin erken saatleri olmuştu. Şafak söktüğünden beri devamlı bir huzursuzluk içinde kıyı bölgesini baştan başa tarayan Profesör Challenger, sonunda bir zafer çığlığı atarak tek bir ağacı işaret etmişti. Ağaç, nehrin kıyısının üzerinde garip bir açı oluşturmuştu.
“Neye benzetiyorsunuz bunu?” diye sordu.
“Muhakkak bir Assai palmiyesi.” dedi Summerlee.
“Aynen! İşaret olarak bir Assai palmiyesini almıştım. Gizli delik, nehrin diğer tarafında, yarım mil ötede. Ağaçlar arasında bir açıklık yok. İşin olağanüstü ve esrarengiz yanı da bu. Orada koyu yeşil çalılıklar yerine açık yeşil sazlıklar göreceksiniz; orada, koca kavak ağaçlarının arasında, bilinmeze açılan özel kapım işte orada! İlerleyelim, o zaman anlayacaksınız.”
Gerçekten de harikulade bir yerdi. Açık yeşil sazlıklarla çevrili alanı bulduktan sonra kanolarla kendimize yol açarak birkaç yüz metre ilerledik ve sonunda kumluk bir zeminde berrak ve serbestçe akan, sakin, sığ bir dereyle karşılaştık. Sanırım yirmi metre genişliğindeydi; her iki kıyısı da son derece bol bir bitki örtüsüyle bezenmişti. Çalılıkların kısa bir uzaklık boyunca yerini sazlıklara bıraktığını fark etmeyen hiç kimse, ileride böyle bir derenin veya bir masal diyarının var olabileceğini aklına getiremezdi.
Zira bir masal diyarıydı burası, insan aklının hayal edebileceği en muhteşem masal diyarı. Yukarıda birleşen yoğun bitki örtüsü çaprazlamasına uzanarak doğal bir çardak yaratıyor ve bu yeşillik tüneli içerisinde yeşil, berrak bir nehir, altın gibi pırıldayan bir renk cümbüşünde akıp gidiyordu. Kendi güzelliğinin yanı sıra, yukarıdan filtre edilip gelen yumuşak, canlı ışığın garip tonlarıyla daha da olağanüstü bir görünüme kavuşuyordu. Kristal kadar duru, bir cam tabakası kadar hareketsiz, bir buz dağının köşesi gibi yeşil nehir, yapraktan kemer altında önümüzde uzanırken, her kürek darbemiz parlak yüzeyine binlerce küçük dalgacık gönderiyordu. Harikalar diyarı için çok uygun bir yoldu bu. Yerlilerin bütün vahşi emareleri kaybolmuştu, ancak hayvan varlığı şimdi daha bolcaydı ve hayvancıkların sokulganlığından avcılar hakkında hiçbir şey bilmedikleri anlaşılıyordu. Parlak, muzip gözleri ve kar gibi beyaz dişleriyle kıvır kıvır, küçük kara-kadife maymunları yanımızdan geçerken birbirleriyle çene çalmaktaydı. Ara sıra kasvetli bir gürültüyle kıyıdaki büyük timsahlar suya dalıyorlardı. Hantal bir tapir, çalılıklardaki aralıktan bizi şöyle bir gözetledikten sonra, ağır ağır, ormana doğru geri çekilmişti. Bir kez de yılan gibi kavisli gövdesiyle seri bir şekilde çalılıkların arasından fırlayan şahane bir puma, sarımtırak kahverengi omuzlarının üzerindeki ateş saçan yeşil gözleriyle bizlere nefret saçan bakışlar fırlatmıştı. Çevreye zengin bir kuş populasyonu hâkimdi. Özellikle yağmurkuşugillerden leylek, balıkçıl ve ibisler, kıyıda savrulmuş her türlü kütüğün üzerinde mavi, kızıl ve beyaz renkli küçük gruplar hâlinde toplanmışlardı. Altımızdaki kristal sularda ise her renk ve biçimden balıklar kaynaşıyordu.
Üç gün boyunca bu buğulu, yeşil güneş ışığından oluşan tünelde ilerledik. Yolumuz açılıp da ileriye baktığımız zaman, uzaktaki yeşil suların nerede bitip, yeşilimsi kemerden tünelin nerede başladığını ayırt edebilmek çok zordu. Bu olağanüstü su yolunun derin sessizliği, daha önce hiçbir insan tarafından bozulmamıştı.
“Burada yerli yok. Çok korkuyorlar. Curupuri.” dedi Gomez.
“Curupuri, ormanın ruhudur.” diye açıkladı Lord John, “Her türden şeytana takılan bir ad bu. Zavallıcıklar bu bölgede korkunç bir şeyler olduğunu zannediyorlar, o yüzden de buralara sokulmuyorlar.”
Üçüncü gün, kanolarla daha fazla ilerleyemeyeceğimiz belli olmuştu, çünkü dere gittikçe sığlaşıyordu. Son birkaç saat içerisinde iki kez dibe oturmuştuk. Sonunda kanoları çalılıklara çekerek geceyi derenin kıyısında geçirdik. Sabahleyin Lord John’la ben, dereyi paralelimizde koruyarak birkaç mil kadar ormanın içine daldık, ancak dere daha da sığlaştığı için geri dönerek Profesör Challenger’ın bir süredir şüphe ettiği bir gerçeği rapor ettik. Yani kanoları götürebileceğimiz en uç sınıra ulaşmıştık artık. Bu yüzden onları yukarı çekip çalılıkların arasına sakladıktan sonra, tekrar bulabilmek için baltayla bir ağaca işaret kazıdık. Bundan sonra çeşit oluşturan yükümüzü aramızda paylaştırdık: silahlar, cephaneler, yiyecekler, bir çadır, battaniyeler ve geri kalan ıvır zıvır. Yüklerimizi omuzladıktan sonra yolumuzun daha zahmetli bölümüne başladık.
İki barut fıçımız arasındaki talihsiz bir dalaşma, yeni bir dönemin başlangıcına işaret etmişti. Summerlee’nin hiç hoşuna gitmemesine rağmen, bize katıldığı andan beri tüm yön direktiflerini gruba Challenger vermekteydi. Şimdi diğer profesöre bir görev tayin ettiği için de (Bu sadece körüklü bir barometre taşıma işiydi.) olay aniden su yüzüne çıkmıştı.
Sesinde sinirli bir sakinlikle: “Acaba hangi yetkiye dayanarak emir verme işini üstlendiğinizi sorabilir miyim, efendim?” dedi Summerlee.
Challenger gözlerinde öfkeyle kabararak: “Bunu yolculuğun lideri olduğum için üstleniyorum, Profesör Summerlee.” dedi.
“O hâlde ben, sizi bu yetkiyi üstlenecek kapasitede görmediğimi söylemek zorundayım, efendim.”
“Bak sen!” Challenger alayla başını eğdi. “Belki de siz benim tüm konumumu açıklayabilirsiniz o hâlde.”
“Hay hay, efendim. Sözlerinin doğruluğu araştırılan birisiniz ve bu komite de burada bunu ispatlamak için bulunuyor. Siz burada yargıçlarınızla beraber yürüyorsunuz bayım.”
“Deme yahu!” dedi Challenger, kanolardan birinin ucuna otururken. “Şu hâlde tabii ki siz kendi yolunuza gideceksiniz, ben de kendi keyfime göre gideceğim. Eğer lider değilsem benim yol göstermemi bekleyemezsiniz.”
Tanrı’ya çok şükür, bilgili profesörlerimizin eften püften tartışmalarını ve saçmalıklarını yatıştırarak Londra’ya elimiz boş dönmemizi engelleyecek iki aklı başında adam vardı: Lord Roxton ve ben. Onları yatıştırana kadar ne tartışmalar, ne yalvarmalar, ne açıklamalar