Evrak-ı Perişan. Namık Kemal
ediyordu. Her şeye yüksekten bakarak ortalığı durgun ve emin tarzda idare eden terbiyeli, ciddi, kurşuni saçlı, kısa boylu hizmetçin…
O hepimize hâkimdi. Evvela bizim mahallemizde yüksek tarz ve yüksek aile kokan bir uşağın mevcudiyeti büsbütün yeni bir şey olduğu, bundan maada4 da her birimize karşı fevkalade terbiyelice hareket ettiği ve kapıcılarla teklifsiz olarak onlara arkadaş muamelesi etmediği için…
O, daha ilk günden annemi bir hanımefendi gibi hürmetle selamladı. Hatta o vakit küçük bir kız olduğum hâlde bana karşı bile çok sevimli ve terbiyeli davrandı.
Senin ismini andığı vakit daima hürmetkâr bir vaziyet ve hususi bir tavır takınırdı. Onun sana, herhangi bir uşağın efendisine olan bağlantısından başka bir surette merbut5 olduğu kolayca anlaşılıyordu. Bunun için onu, zavallı ihtiyar Jan’ı, daima senin yanında olduğu ve sana hizmet ettiği için ne kadar kıskandım! Fakat aynı zamanda ne kadar da sevdim!
Sevgilim, bütün bunları, bütün bu küçük hatta gülünç şeyleri sana söylemekten maksadım, daha ilk dakikadan, benim gibi çekingen ve korkak bir çocuk üzerinde nasıl büyük bir tesir yaptığını anlatmaktan başka bir şey değildir.
Hayatıma daha girmeden evvel bile senin etrafında nur gibi, zenginlik halesi gibi bir acayiplik, bir esrarengizlik vardı: Binada oturanların hepsi, (Dar ve fakir bir hayat süren insanlar her zaman kapılarının önünden geçen yeni şeylere karşı bir tecessüs duyarlar.) hepimiz senin gelmeni sabırsızlıkla beklemeye başlamıştık.
Bende uyandırdığın bu tecessüs, bir gün öğleden sonra mektepten döndüğüm vakit evin önünde göç arabasını gördüğüm vakit büsbütün arttı.
Eşyaların çoğu, en ağırları, apartmana sokulmuştu artık; şimdi de hafif eşyayı kaldırıyorlardı.
Bu güzel şeyleri hayran gözlerle seyretmek için kapı içinde ayakta durdum; çünkü senin eşyaların benim için çok acayip şeylerdi ve onlara benzeyen ev eşyasını o vakte kadar hiç görmemiştim. Bunların içinde Hint mabutları, İtalyan heykelleri, pırıl pırıl yanan tablolar vardı. Bütün bunlardan sonra, öyle çok ve öyle güzel kitaplar vardı ki bir insanın bu kadar çok kitap sahibi olmasını aklıma bile sığdıramadığım için buna büsbütün şaştım.
Bütün bu kitapları kapının eşiğine koyuyorlar ve uşak bunları birer birer alarak dikkatle tozunu siliyordu.
Her dakika yükselen yığının etrafında merakla dolaşıyordum; hizmetçi beni geri itmedi, fakat teşvik de etmedi. Bunun için içimden bu kitaplardan bazılarının yumuşak deriden ciltlerini okşamak hevesi geldiği hâlde bunlara dokunmaya cesaret edemedim. Yalnız korkarak ve yan gözle isimlerine baktım. Aralarında birçok Fransızca, İngilizce ve benim bilmediğim lisanlarda kitaplar vardı.
Bunları saatlerce seyredecektim, fakat annem çağırdı.
Bütün gece seni düşünmeye mecbur kaldım; hâlbuki seni henüz görmemiştim.
O zaman benim çok, pek çok sevdiğim ve tekrar tekrar okumaktan bıkmadığım bir düzine kadar ucuz ve üstü mukavva kaplı eski kitabım vardı. O dakikadan itibaren bu kadar güzel kitapları olan, bunca lisan bilen ve bunca kitabı okuyan bu zengin ve âlim adamın nasıl bir adam olduğu fikri beynimi sardı.
Bu kadar kitaba sahip olmanın nasıl kabil olduğunu düşündükçe sana karşı insanlığın üstünde bir saygı duyuyordum. Bir gece senin yüzünü tasavvur etmeye çalıştım:
Seni yaşlı, bizim coğrafya hocamız gibi, fakat ondan daha güzel, daha tatlı ve sevimli, gözlüklü ve sakallı bir ihtiyar hâlinde gözümün önüne getirdim. Bilmiyorum niçin senin, o vakit bile, seni hatta bir ihtiyar gibi tasavvur ettiğim sırada bile, güzel bir adam olduğuna emindim.
O gece, seni henüz tanımadan, ilk defa olarak rüyamda gördüm. Ertesi gün de sen apartmana geldin. Fakat bütün gün seni görmek için bir fırsat kolladığım hâlde buna muvaffak olamadım. Küçük kalbimin merakı gittikçe büyüyordu.
Nihayet üçüncü günü seni gördüm ve senin zannettiğimden ne kadar farklı olduğunu, hayalimde gördüğüm ihtiyar baba ile hiç münasebetin olmadığını derin bir hayretle anladım.
Ben rüyamda gözlüklü bir ihtiyar görmüştüm, hâlbuki karşımdaki, sen, bugün olduğun gibi sen, senelerin hiçbir değişiklik yapmadan üstünden kaydığı sendin.
Arkanda açık kahverengi güzel bir spor elbisesi vardı ve her zaman olduğu gibi bir çocuk çevikliğiyle merdivenleri ikişer ikişer tırmanıyordun. Şapkan elinde olduğu için hayat dolu berrak yüzünü, genç saçlarını, tarif edilemez bir hayretle seyredebildim.
Senin bu kadar genç, güzel, bir fidan gibi uzun ve şık olduğunu görünce titredim. Ve daha bu ilk saniyeden itibaren seni her tanıyanın hissettiği, hayretle karışık acayip duyguyu duydum. Sende iki adam vardı: Birisi genç, ateşli, şen, bütün kuvvetiyle oyun ve macera peşinde koşan, öteki de sanatının adamı, ciddi, vazifesine sadık, çok okumuş ve incelmiş romancı…
Gayri şuurî6 bir surette, ben de seni ilk defa tanıyanların hissettiği şeyi hayretle hissettim. Sen iki hayat yaşıyordun, birisi açık cepheli, dünyaya doğru dönük bir hayat; ikincisi yalnız senin bildiğin ve gölgelere dalmış bir ömür…
Bu derin ikiliği, senin mevcudiyetinin bu sırrını, o vakit ancak on üç yaşında olan fakat senin büyülediğin bir çocuk, ilk göz bakışıyla hissetmişti.
Anlıyorsun ya sevgilim, benim için, bir çocuk olan benim için fevkalade bir şey, cazip bir muamma idin sen!
Kitaplar yazdığı için, geniş dünyada meşhur olduğu için takdis edilen bir kimseyi birdenbire yirmi beş yaşında, şık ve bir çocuk neşesiyle şen bir adamda bulmak!
O günden sonra evimizde, benim zavallı çocuk dünyamda, senden başka bir şeyin beni alakadar etmediğini ve on üç yaşında küçük bir kızı saran bir azimkârlık ve inatçılıkla yalnız bir meşgalenin, senin hayatının ve varlığının etrafında dönmek meşgalesinin beni sardığını söylemem lazım mı?
Seni tetkik ediyordum, itiyatlarını, evine gelen kimseleri tetkik ediyordum ve bütün bunlar bende uyandırdığın merakı azaltacak yerde bilakis büyütüyordu, çünkü mevcudiyetinin iki muhtelif yüzü sana gelen ziyaretçilerin birbirlerine uymamasında mükemmelen görünüyordu.
Evine genç erkekler, kendileriyle gülerek patırtı ettiğin arkadaşların, fakir kılıklı talebeler, otomobilli kadınlar geliyorlardı. Hatta bir defa opera müdürü, kendisini her zaman uzaktan kürsüsünün üstünde gördüğüm ve hürmetle baktığım şef d’orkestr seni görmeye geldi. Bundan maada henüz mektebe giden ve çekingen bir tavırla kapının aralığından içeriye süzülen küçük kızlar da geliyorlardı. Hülasa çok kadın ziyaretçin vardı. Bütün bunlar benim için hiçbir hususi mana ifade etmiyordu, hatta bir sabah, mektebe giderken senin evinden yüzü bir tülle tamamıyla örtülmüş bir kadının çıktığını gördüğüm vakit bile bir şey anlamadım. O vakit ancak on üç yaşında idim ve o kadar çocuktum ki, senin her hareketini takip eden haris tecessüsümün bile “aşk” olduğunu bilmiyordum.
Fakat bugün sana tamamıyla ve ebediyen bağlandığım gün ve saati biliyorum sevgilim.
Bir mektep arkadaşımla bir gezinti yapmıştık ve kapının önünde konuşuyorduk. Son çabukluğuyla bir otomobil geldi durdu; sen, beni hâlâ bugün bile hayran eden sabırsız ve elastiki bir yürüyüşle otomobilin basamağından atlayarak kapıya doğru yürüdün. Bilmiyorum nasıl gayri şuurî bir kudret beni sana kapıyı açmaya mecbur
4
Maada: Başka. (e.n.)
5
Merbut: Bağlı. (e.n.)
6
Gayri şuurî: Bilinç dışı olarak, yaptığını bilmeyerek. (e.n.)