Efendi ile Uşak. Лев Толстой
öbür eliyle hayvanı çekerek içinde iki kızağın bulunduğu arabalığa girdi.
“Âlâ!.. Ufağa koşalım!” diyerek şimdi de ısırmak istiyormuş gibi cilveler yapan şen hayvanı okların arasına soktu.
Her şey bitip de sıra yalnız dizginleri takmaya gelince aşçının kocasına seslenerek ambardan bir bağ saman getirmesini söyledi.
Getirilen taze yulaf demetini kızağa yerleştiriyor ve hayvana “Halt etme, bu akıl işidir!” diyordu.
Sonra “Ey, bir de setre giymelisin… Ha şöyle, tamam…” diyerek hayvanın üstüne kanaviçeden yapılma bir örtüyü seriyor ve kızağın oturulacak yerindeki bölmeye yulafları tıkıyordu. Aşçının kocasına dönerek, “Eyvallah arkadaş, dört elin şakırtısı daha çok çıkıyor, bak hemen her şeyi bitirdik!” dedi.
Döndü, bir halkada asılı duran terbiyeleri çözerek kızağın pervazına ilişti ve tırısa kalkmak için bahane arayan hayvanı donmuş gübre ile örtülü olan avludan evin araba kapısına sürdü.
Siyah kürklü, kürk kalpaklı, temiz ayakkabılar giyinmiş, evden koşup gelen yedi yaşlarında bir çocuğun keskin sesi uşağa “Amca, amcacığım…” diyordu.
Çocuk kısa kürkünü ilikleyerek “Beni de al!” diye yalvarıyordu.
Uşak “Koş, benim minik efendim!” cevabıyla atı durdurdu. Efendisinin oğlunu kızağa bindirdi, çocuğun saman benzi bir an içinde sevinç dalgalarına bürünüvermişti.
Saat ikiyi geçiyordu. Hava soğuktu; sisli idi; rüzgâr esiyordu. Göğün yarısı basık, kara bir bulutla örtülü idi. Avluda sükûn vardı; fakat sokakta rüzgâr kuvvetlice uluyor, çatının üstünde birikmiş karları yakındaki arabalığın üstüne atıyor, köşede banyoların yanında kasırgalar yapıyordu.
Kızak araba kapısından henüz geçmiş, evin taş merdiveninin önünde durmuştu ki, efendi, dudaklarının arasında bir sigara, sırtında, aşağı tarafında bir kuşakla iyice sarılmış koyun postundan bir kürk olduğu hâlde, taş merdivenleri sarmış ve pekleşmiş bulunan kar tabakalarını çizmeleri ile çatırdatarak çıktı. Durdu, sigarasını bir defa daha çekerek attı, ezdi. Dumanını bıyıklarının arasından savurarak gözünün ucu ile hayvanı muayene etti; kürkünün yakasını, bıyıklarından başka her yeri gayet tıraşlı yüzünün iki tarafından, nefesiyle ıslatmayacak şekilde düzeltecekti. Oğlunu görerek “Çapkına bakın, ne de kurulmuş!” dedi.
Dostlarıyla birlikte fazlaca kaçırdığı içki başına vurmuştu. Kendine mahsus şeyleri görmekten, kendi hâl ve hareketinden her zamandan daha memnun bulunuyordu. Öteden beri Veliaht diye çağırdığı oğlunun her hâli pek hoşuna giderdi. Göz kapaklarını kırıştırması, uzun dişlerini meydana çıkarması buna işaret idi.
Başını ve omuzlarını örten yün şaldan yalnız gözleri görünen evin zayıf hanımı, hayatta kocasının arkasında duruyordu.
Ürkek bir hâl ile ilerleyerek “Nikita’yı yanına alırsan sahiden çok iyi edersin.” dedi.
Efendi hazretleri besbelli hiç hoşuna gitmeyen bu söze cevap vermedi. Suratını astı, yere tükürdü.
Kadın inlemeyi andırır aynı sesle konuştu:
“Üstünde para var. Sonra… Hava büsbütün bozulabilir, sahi söylüyorum.”
Efendi hazretleri satıcılarla, alıcılarla konuştuğu zamanlarki edası ile heceleri uzatarak “Canım benim kılavuza ihtiyacım mı var? Yolu bilmiyor muyum?” dedi.
Kadın şalı omuzlarının üstüne doğru az daha çekti: “Hayır, çok yalvarıyorum, onu al.”
“Yapışan zifte benzersin. Nasıl alırım, canım?..”
Uşak atıldı: “Ben hazırım…” Hanıma baktı: “Yalnız ben yokken biri hayvanlara yemlerini verse…”
Hanım: “Onu bana bırak, o işi ben gördürürüm…”
Uşak, efendisine dönerek sordu:
“Ne diyorsun? Gelecek miyim?”
“Kocakarıyı hoşnut etmek lazım… Fakat geleceksen (gülerek ve gözünün ucu ile adamcağızın kısa, yağlı, etekleri tel tel olmuş, arkası ve koltuk altı pırtıl gocuğuna bakarak) az daha sıcak tutar bir şey giymelisin.” dedi.
Uşak, aşçının kocasına seslendi:
“İki gözüm, gel, az şu hayvanı tut.”
Çocuk tiz bir sesle “Ben tutayım, ben…” diye fırladı, soğuktan kıpkırmızı olmuş ellerini cebinden çıkararak dizgine sarıldı.
Efendi (eğlenerek uşağa) “Fakat uzun boylu süslenmeye kalkma. Çabuk ol.” dedi.
Uşak “Göz açıp kapayıncaya kadar buradayım!” diyerek hizmetçilere mahsus daireye koştu.
Orada aşçı kadına “Güzelim, aman benim şu paltomu yetiştir, sobanın yanında asılı, kuruyor. Efendi ile gidiyoruz.” dedi.
Bir yandan bunu söylüyor, öbür yandan bir çividen sarkan kuşağını kapıyordu.
Yemekten sonra biraz uyumuş ve şimdi kocasıyla karşı karşıya içmek üzere çay semaverini ısıtmış olan kadın, uşağı güler yüzle karşıladı, kendini onun rüzgârına vererek büyük bir çabuklukla paltoyu yakaladı ve silkmeye başladı.
Uşak “Şimdi kocanla kekâh,1 kim bilir ne keyifler edeceksiniz…” diyordu.
Adamcağız kiminle baş başa kalsa hemen havadan bir laf bulur, herkesin iyi, rahat ve zevkte olması temennilerini sunardı. Şimdi kuşağını sıkı sıkı sarmış, bir türlü düzelmek bilmeyen karnını biraz bastırmıştı.
Bu sefer kadına değil, kuşağına seslendi:
“Âlâ… Haspa ne de yakışır!.. Hem şimdi çözülmek değil, gevşeyemezsin bile!”
Kollarını serbestletmek için omuzlarını kaldırdı, indirdi, paltosunu geçirdi, arkasını gerdi, hareketlerinde kolaylık temin etmek istiyordu. Yerden parmaksız eldivenlerini aldı ve “Her şey yolunda!..” dedi.
Aşçı kadın: “Çizmelerini de değiştirmeliydin, ayağındakiler pek berbat…”
Adamcağız biraz düşündü.
“Evet, iyi olurdu… Fakat bunlar da olur, uzağa gitmiyoruz.” diyerek seğirtti.
Kızağın yanına gelince evin hanımı sordu:
“Oğlum üşümeyecek misin?”
O, “Neden üşüyecekmişim!” diyerek samanları çekti, onlarla ayaklarını örteceğini anlattı ve güzel hayvan için lüzum görülmesi âdet olmayan kamçıyı da alt tarafa soktu.
Efendi kızağa yerleşti. Birbiri üstüne iki kürk ile örtülü olan arkası, kızağı kaplamış gibiydi. Dizginleri aldı, hayvana yol verdi. Uşak harekete geçmiş olan kızağa atladı ve bir ayağını sarkık bırakarak öbürünü altına aldı.
II
Kızak ayaklarını gıcırdatarak sarsıldı, dinç hayvan katılaşmış bir kar tabakasıyla örtülü olan yola girdi.
Veliahdının kızağın arkasında asılmış olduğunu gören efendi şakrak bir eda ile -çocuğa- “Çapkın, ne yapıyorsun?” -uşağına- “Sen şu kamçıyı bana uzat!” diyor, -çocuğa dönerek- “Haydi ananın yanına!” emrini veriyordu. Çocuk yere atladı. Hayvan yürüyüşünü artırdı, rahvandan tırısa geçti.
Oturdukları
1
Kekâh: Kekâ; keyifli bir durumu anlatırken “ne güzel, ne iyi” anlamlarında söylenen bir söz. (e.n.)