Efendi ile Uşak. Лев Толстой
burnuna, yanaklarına yapışıyordu.
Hayvanıyla da gurur duyan efendi: “Toru tam yürüyüşüyle gidemiyor, kar fazla. Onunla bir kere P…’ ye gittim. Beni yarım saat içinde götürmüştü…” dedi.
Yakasının kalkıklığı yüzünden bir şey işitememiş olan uşak sordu: “Ne?”
Efendi bu sefer bağırdı:
“Beni P…’ye yarım saat içinde götürmüştü…”
Uşak “Diyecek yoktur, emsalsiz bir attır…” dedi.
Bir an sustular; fakat efendi konuşmak sevdasında idi.
“Eh evlat, bahara bir beygir alacak mısın?”
Uşak paltosunun yakasını indirerek cevap verdi:
“Çaresiz alınacak. Oğlan büyüdü. Artık çift sürmelidir…”
“Âlâ, bizim kemikliyi al, sana ucuz veririm.”
Uşağın o cevabı üzerine efendinin tamah damarları kabarmıştı. Satılık malının kusurlarını örtmek hususunda yüksek bir dereceye varınca bütün hünerlerini kullanmaya hazırlandı; fakat beygirin ancak yedi rublelik bir yadigâr olduğunu bilen ve efendisinin kendisine yirmi beş rubleye satacağını, sonra altı ay beş para koklatmayacağını bilen uşak, efendisini önleyerek: “Bana on beş ruble verirseniz daha iyi edersiniz. At pazarından bir şey seçerim.” dedi.
“Kemikli iyi bir beygirdir. Ben senin iyiliğini isterim. Zaten vicdanım rahattır, ömrümde kimselere fenalık etmemişimdir. Sana zararına bile veririm. (mal satar veya alırken kullandığı tavrı ile ve yüksek sesle) Şerefim hakkı için ben başkalarına benzemem! Sahiden iyi bir beygirdir!”
Uşak içini çekti: “Ona ne şüphe!”
Efendisinin susmasından istifade ederek hemen yakasını yeniden kaldırdı, yüzünü tamamen örtmüş oldu.
Bu şekilde hiç konuşmayarak yarım saat kadar gittiler. Uşak elinin üstünde, kürkünün yırtık olduğu kol tarafında rüzgârın tesirini duyuyordu. Büzülüyor, ağzını örten yakasının içine nefes veriyordu. Vücudunun üşüdüğü yoktu.
Karamihevo’ya geçen yol daha işlekti, iki yanında yolu gösteren levhalı kazıklar vardı; fakat daha uzundu. Doğru giden yol daha kestirme olmakla beraber o kadar işlek değildi; yolları gösteren kazıkları daha seyrekti, hem karla örtülmüşlerdi.
Uşak biraz düşündükten sonra “Karamihevo uzun tutar; fakat yol daha iyidir.” dedi.
Doğru yoldan gitmek isteyen efendi reddetti:
“Dosdoğru gidersek dereyi keseriz, şaşırmak imkânı yoktur, sonra da orman…”
Uşak “Siz bilirsiniz!” diyerek yakasını yeniden örttü.
Efendi dediğini yaptı. Yarım kilometre kadar daha ilerleyince sola saptı, orada birkaç kurumuş yapraklarıyla bir meşe dalı sallanıyordu. Bu dönüm noktasından sonra rüzgâr üzerlerine tam karşıdan diklemesine geldi. Kar yağmaya başladı.
Kızağı hep efendi kullanıyordu. Yanaklarını şişirtiyor, bıyıklarına nefes veriyordu. Uşak uyukluyordu. Böylece on dakika sessiz geçti. Efendi birden bir şeyler söyledi. Uşak gözlerini açarak sordu:
“Ne?”
Efendi cevap vermedi. Eğiliyor; ileriye, geriye bakıyordu. Hayvan ilerliyor, ter içinde kalmış olan tüyleri boynunda ve bacakları arasında kıvrılıyordu.
Uşak tekrarladı:
“Ne var? Nedir?”
Efendi, hiddetli hiddetli onu taklit etti:
“Ne var? Nedir? Ne olacak, hiç kazık yok, yol işareti yok, demek yoldan çıkmışız…”
Uşak “Sen biraz dur. Ben bir bakayım…” diyerek kızaktan hafifçe atladı, kırbacı samanın altından çekerek hayvanın soluna, oturduğu tarafa doğru yürüdü. O yıl kar bol değildi. Güçlük çekmeyerek yürünebiliyordu. Öyle olmakla beraber bazı yerlerde dizlerine kadar batıyordu. Kısa bir zamanda çizmelerinin içi karla doldu. Ayağıyla, kırbacın sapı ile yeri yokluyor, yolu bir türlü bulamıyordu. Geri döndüğü zaman efendi sordu:
“Peki, ne olacak?”
“Bu tarafta bir şey bulamadım, şuralara da gidip bakmalı!”
“Önümüzdeki şu donuk leke nedir, oraya bir bak…”
Uşak gösterilen tarafa gitti ve kara lekeye yaklaştı. Bu çıplak bir tarla idi ki, rüzgârın önüne kattığı hafif toprakları âdeta karı siyaha boyamıştı. Sağına da baktı, yokladı, üstünü başını kaplayan karları silkti, çizmelerini salladı, kızağa bindi.
Kati bir sesle “Sağa gitmeli, rüzgâr solumuzda idi, şimdi dosdoğru yüzüme vuruyor, (amirane) sağa döndür!” dedi.
Efendi uşağa itaat ederek kızağı sağa döndürdü; fakat yoldan eser yoktu… Bu şekilde de bir zaman gittiler. Rüzgâr dinmiyordu, kar yağıyordu.
Uşak bu hâllerden memnun bir hâlde “Efendi, besbelli ki, yolu kaybettik.” dedi.
Efendi karın altından beliren karamsı kamışları göstererek sordu:
“Şunlar ne?”
Ter içinde kalmış ve nefes alırken iki böğrü atmakta olan atı durdurarak yeniden sordu:
“Şunlar ne? Neredeyiz?”
“Zaharof’un tarlalarındayız. Yani yoldan çıkmışız.”
“Yalan söylüyorsun!”
“Yok ben yalan söylemem. Doğru söylüyorum. Zaten kızağın çıkardığı ses de bunu söylüyor. Meşhur patates tarlalarından geçiyoruz. İşte şu yapraklar, dallar da bunu gösteriyor.”
“Amma da çile ha! Peki, şimdi ne yapacağız?”
“Dosdoğru önümüze gideceğiz. Yapacak başka şey yok. Elbette bir yere varacağız, ya çiftliğe yahut da tarla sahibinin binalarına…”
Efendi gene itaat etti, hayvanı uşağın dediği yolda kullanmaya başladı. Bu şekilde de yeniden epey yol aldılar. Bazen çıplak çayırlıklardan geçiyorlar, o zaman kızağın tekerlekleri donmuş toprak yığınları üzerinde gıcırdıyordu; bazen saman kökleri dolu tarlalardan aşıyorlar, buralarda zaman zaman karlar altından başını çıkarmış kuru saman dalları gözüküyordu; bazen de üzerinde hiçbir şey görülmeyen bembeyaz derin bir kar tabakasına dalıyorlardı.
Kar yukarıdan yağıyor; fakat arada bir de kasırga hâlinde yerden göğe doğru kalkıyordu. Görülüyordu ki, Toru çok yorulmuştu; ter içinde kalan tüyleri kıvrım kıvrım oluyor, gene donla örtülüyordu. Artık yavaş gidiyordu. Birden ayağı sürçtü veya bir hendeğe yahut da bir batağa düştü. Efendi hayvanı durdurmak istedi, uşak bağırdı:
“Ne yapıyorsun, serbest bırak ki kendini kurtarsın.”
Uşak kızaktan atladı, kara bata çıka “Deh güzelim, deh! Güzel Toru deh!” diye dostça seslendi.
Hayvan kendini toparladı ve bir hamlede donla katılaşmış olan yığına sıçradı. Bir hendeğe düştükleri anlaşıldı.
Efendi “Neredeyiz yahu!” diye sordu.
“Elbette öğreneceğiz, hele bir ilerleyelim, elbet bir yere varacağız.”
Efendi karların arkasından donuk bir yığın hâlinde görünen bir yeri işaret etti: “Şurası Goriaçkino Ormanı olmasın?”
“Gidelim, ne olduğunu görürüz.”
Uşak o taraftan