Nar Evi. Оскар Уайльд
ve şöminenin oymalı tarafına yaslanıp loş odayı seyretmeye koyuldu. Duvarlar güzelliğin zaferini temsil eden zengin halılarla süslüydü. Akik taşı ve lacivert taşı ile süslenmiş koca dolap bir köşedeydi. Pencerenin karşısında ise kapakları vernikle kaplı, tuhaf işlemeli, altın mozaiklerle süslü bir konsol vardı. Üzerine Venedik camından yapılma zarif kadehler ile siyah oniksten yapılma bir kupa koyulmuştu. Yatağın ipek örtüsünün üzerine uykunun yorgun ellerinden düşmüş gibi görünen soluk renkli gelincikler işlenmişti. Yivli fildişi sırıkların üzerindeki kadife sayvandan püskül hâlinde sarkan ve köpüğü andıran deve kuşu tüyleri tavanın donuk gümüş süslerine uzanıyordu. Yeşil bronzdan yapılma gülen bir Narkissos heykeli başının üzerinde bir ayna tutuyordu. Masanın üzerinde mor kuvarstan yapılma yassı bir kâse vardı.
Dışarıya baktığında karanlık evlerin üzerinde belli belirsiz bir kabarcık misali duran katedralin koca kubbesini görüyordu. Yorgun nöbetçiler sisli nehrin kenarındaki bahçede gidip geliyorlardı. Uzaklarda bir bostanda bülbül şarkı söylüyordu. Açık pencereden hafif bir yasemin kokusu geliyordu. Alnındaki kahverengi bukleleri arkaya itti. Eline bir lut alıp parmaklarını tellerinde gezdirdi. Ağırlaşmış göz kapakları düştü ve tuhaf bir rehavet çöktü üzerine. Daha önce hiç böylesine keskinlikle ya da müthiş bir neşeyle hissetmemişti güzel şeylerin sihrini ve gizemini.
Saat kulesi gece yarısını ilan ederken zili çaldı. Uşakları odaya girip merasimle kıyafetlerini çıkarmasına yardım etti. Ellerine gül suyu döküyor, yastığına çiçekler saçıyorlardı. Onlar odadan ayrıldıktan kısa süre sonra uykuya daldı.
Uyuduğunda bir rüya gördü. Rüyası şuydu:
Uzun ve alçak bir tavan arasında, çok sayıda dokuma tezgâhının gürültüsü arasında duruyordu. Cılız gün ışığı kafesli pencereden içeri giriyor, tezgâhların önüne eğilmiş dokumacıların zayıf silüetlerini gösteriyordu ona. Solgun, hasta gibi görünen çocuklar kocaman kirişlerin üzerine çömelmişti. Mekikler, çözgüler arasında hareket ederken çocuklar ağır panelleri kaldırıyor, mekikler durduğundaysa panelleri bırakıp ipleri sıkıyorlardı. Yüzleri açlıktan zayıflamıştı ve minicik elleri titriyordu. Bitkin görünümlü kadınlar bir masaya oturmuş dikiş yapıyordu. Korkunç bir koku kaplamıştı o yeri. Hava kötü ve ağırdı. Duvarlar rutubetten ıslanmıştı.
Genç Kral dokumacıların birinin yanında durup onu izlemeye başladı.
Dokumacı ona öfkeyle bakıp şöyle dedi:
“Neden beni izliyorsun? Sahibimizin yolladığı bir casus musun yoksa?”
“Sahibiniz kim?” diye sordu Genç Kral.
“Sahibimiz!” diye bağırdı dokumacı acıyla. “O da benim gibi bir adam. Gerçekten de öyle. Ama aramızdaki fark şu: O, güzel kıyafetler giyerken ben, paçavralar içinde dolaşırım. Ben, açlıktan zayıf düşerken fazla tokluk ona azıcık sıkıntı yaşatmaz.”
“Burası özgür bir ülke.” dedi Genç Kral. “Ve sen kimsenin kölesi değilsin.”
“Savaş zamanlarında…” diye cevap verdi dokumacı. “Güçlüler zayıfları kölesi yapar. Barış zamanlarında ise zenginler fakirleri kölesi yapar. Yaşamak için çalışmak zorundayız. Bize o kadar az para verirler ki ölürüz. Onlar için gün boyu çalışıp kendimizi paralarız. Onlar da sandıklarına altınlar yığarlar. Çocuklarımız vakitsizce solar gider. Sevdiklerimizin yüzleri sertleşir ve kötü bir hâl alır. Üzümleri biz ezeriz, şarabı başkası içer. Mısırları biz ekeriz ama soframız boştur. Her ne kadar gözler göremese de zincirlerimiz vardır. Ve bizler köleyiz her ne kadar özgür olduğumuz söylense de.”
“Herkesin durumu böyle mi?” diye sordu.
“Herkesin durumu böyle.” diye cevap verdi dokumacı. “Gençler de yaşlılar da, kadınlar da erkekler de, çocuklar da yılların eskittikleri de böyle. Tüccarlar bizi ezerler ve biz onların emrettiğini yapmak zorundayız. Papaz, atı üzerinde geçerken tespihini çeker ama kimsenin umurunda değiliz. Güneşsiz yollarımızdan yoksulluk sürünerek geçer, aç gözleriyle. Günah ise donuk yüzüyle onu takip eder. Sefalet sabahları uykumuzdan uyandırır, utanç ise bütün gece bizle oturur. Ama bu şeylerin senin için bir anlamı var mı ki? Sen bizden değilsin. Senin yüzün çok mutlu.” Sonra somurtarak döndü ve işine devam etti. Genç Kral altın iplik dokuduğunu gördü.
Müthiş bir korku kapladı içini. Dokumacıya şöyle dedi:
“Nasıl bir elbise için kumaş dokuyorsun?”
“Bu Genç Kral’ın taç giyme töreninde giyeceği elbisenin kumaşı.” diye cevap verdi. “Bundan sana ne?”
Ve Genç Kral yüksek sesle çığlık atıp uyandığında bir de ne görsün! Kendi odasındaydı ve karanlık gökyüzünde asılı duran bal rengi kocaman Ay’ı gördü.
Sonra tekrar uykuya daldı ve rüya görmeye başladı. Bu kez rüyası şuydu:
Yüz kölenin kürek çektiği kocaman bir geminin güvertesinde uzanıyordu. Yanındaki bir halıda geminin efendisi oturuyordu. Abanoz gibi siyahtı ve başında kırmızı ipekten sarık vardı.
Koca gümüş küpeler kalın kulak memelerini sarkıtmış, sallanıyordu. Elinde ise fildişi tartı vardı.
Köleler yırtık peştamalları dışında çıplaktılar ve her biri yakınındaki kişiye zincirlenmişti. Sıcak güneş üzerlerinde parlıyordu. Zenciler bir aşağı bir yukarı koştururken deri kırbaçlarıyla kölelere vuruyorlardı. Zayıf kollarını uzatıp ağır kürekleri çekiyorlardı. Kürekler tuzlu suyu sıçratıyordu.
Nihayet ufak bir koya ulaşıp denizin derinliğini ölçmeye başladılar. Kıyıdan esen hafif rüzgâr güverteyi ve yelkenliyi ince kırmızı bir tozla kapladı. Yabani eşek süren üç Arap onlara mızrak atmaya başladı. Geminin efendisi eline boyalı bir yay aldı ve Araplardan birinin boğazına isabet ettirdi. Adam suya düşünce arkadaşları gerisin geriye kaçıştı. Sarı bir örtü giyinmiş kadın, deve üzerinde onları takip etti. Arada bir arkaya cesede bakıyordu.
Demir atıp yelkenleri indirir indirmez zenciler ambara inip kurşunla ağırlaştırılmış uzun bir halat merdiven getirdiler. Geminin efendisi halatı yandan denize atıp uçlarını güvertedeki demirlere bağladı. Sonra zenciler en genç köleyi yakalayıp prangalarını çıkardıktan sonra burnunu ve kulaklarını bal mumu ile doldurarak beline kocaman bir taş bağladılar. Yorgun bir şekilde merdivenlerden inip suyun içinde kayboldu köle. Daldığı yerde su kabarcıkları belirdi. Diğer kölelerden bazıları bu durumu hayretle seyrediyordu. Gemi pruvasında oturan bir köpek balığı büyücüsü tekdüze bir ritimle davul çalıyordu.
Bir müddet sonra dalgıç suyun yüzerinde yükseldi ve ellerinde inciler nefes nefese merdivene tutundu. Zenciler inciyi elinden alıp onu tekrar suya fırlattı. Köleler küreklerin başında uykuya daldı.
Tekrar tekrar sudan çıktı ve her seferinde güzel bir inci getirdi. Geminin efendisi incileri tarttı ve yeşil renkli küçük deri bir keseye koydu.
Genç Kral konuşmaya çalıştıysa da dili damağına yapışmış gibiydi ve dudakları hareket etmeyi reddediyordu. Zenciler kendi aralarında konuşurlarken bir anda bir dizi parlak boncuk için kavga etmeye başladılar. İki turna geminin etrafında uçuşuyordu.
Nihayet dalgıç son kez çıktı, bu kez yanında getirdiği inci Hürmüz’deki bütün incilerden daha güzeldi. Dolunay şeklindeydi ve sabah yıldızından daha beyazdı. Dalgıcın yüzü tuhaf bir şekilde solgundu, güverteye indirildiğine kulaklarından ve burun deliklerinden kan fışkırdı. Sonra bir miktar titredi ve yine hareketsiz kaldı. Zenciler omuz silkip cesedi suya attılar.
Ve